16 Ekim 2011 Pazar

Allah adamı tatminden korusun !

Garsona patlıcan kızartması, fava, beyaz peynir, kavun ve bir duble rakıyla tonik söyledim.
Tonikle rakı “Ne alaka?” diye soracaksınız. Şu alaka, rakıyı suyla sulandırıp karşıma koyuyorum ve ona baka baka tonik içiyorum..!

Tam ikinci duble toniğimi yudumlarken yaşlı garson, "Afiyet olsun Oğuz'cuğum..." dedi. Ben, bu sesi hatırlar gibiyim. Surat da yabancı değil diye düşünürken garson gülümseyerek, "Beyoğlu Erkek Lisesi, 627 Ercan..." dedi. Tabii yahu, bu bizim Hafız Ercan...

Hafızlığı da bütün kitapları sular seller gibi hıfzetmesinden geliyor. Sınıfın yarısı onun verdiği kopyaların yüzü suyu hürmetine okulu bitirmişti.
Sordum:
"Sen, mezun olduktan sonra İktisat Fakültesi'ne gitmemiş miydin?"
"Evet, gitmiştim..."
"Ne oldu peki, bitiremedin miydi?"
"İkincilikle bitirmiştim."
"Öyleyse bu garsonluk niye?"
Ercan, “Uzun hikâye..!” deyip bir koşu köşe masanın mezelerini götürdü.

Okuldan sonra Ercan'ı hiç görmemiştim. Ama büyük bir işadamı olduğunu gazetelerde okuduğumu anımsadım. Hatta, ismine vergi rekortmenlerinin arasında bile rastlamıştım. Ayrıca gazetelerin magazin sayfalarının da gediklisiydi. Yanında hep sosyeteden bir dilber bulunurdu.
Herif bu yaşta bile hâlâ yakışıklıydı. Ama düşmez kalkmaz bir Allah... Bizim Hafız, onca varlıktan sonra şimdi garsonluk yapıyordu.

Bir ara servis tabağımı değiştirmek için Ercan yine yanıma geldi.

"Vah vah, demek şirketini batırdın?"
"Hangi şirketi mi? İthalat-ihracatı mı soruyorsun?"
"Tamam onu..."
"Ne batması yahu, Yugoslavya'dan deri alıp, dikip Almanlara satıyordum. Sonra, bizim piyasadan zeytinyağı toplayıp İtalyan etiketiyle İngiltere'ye ihraç ediyordum..."
"İtalyanlar hır çıkarmıyor muydu?"
"Bayılıyorlardı bile... Şişe başına yüzde 5 patent parası ödüyordum. Karşılığında İngilizlerden iplik ithal edip dokutuyordum. Biliyorsun bizde işçilik ucuz. Sonra, İngiliz kumaşı fiyatına Amerika'ya ihraç ediyordum. O şirketin yıllık cirosu 300 milyon doları buluyordu."
"Sonra ne oldu?"
"Şirketi Sabancı'ya sattım."
"Niye be, altın yumurtlayan tavuk satılır mı?"
"Ne yapayım sıkıldım."

“Hey garson, bana bir duble rakı daha getir” diye seslenmeleri üzerine Ercan başka masaya koştu.

Kafam iyice karışmıştı. O karışıklık arasında tonik yerine rakı bardağına saldırmışım. Daha birinci fırtta Dr. Deniz Şener'in ayıplayarak bakan yüzü gözümün önüne geldi. Süklüm püklüm bardağı masaya bıraktım. Peki ama bu herif, onca parayı kaybetmeyi nasıl becermişti?

Yanımdan geçerken ceketinin eteğine yapıştım.

"Yoksa kumar mı oynadın?"
"Kumarı severim doğrusu... Ama aptal kartlarla ya da ruletin keçi pisliği kadar topuyla kumar oynamam. Hele bir atın dört sıska bacağına beş kuruş yatırmam. Sadece geçen yıl Borsa'da kazancım 6 trilyonu bulmuştu."
O sırada kasada oturan meymenetsiz şişko herif:
"Seni buraya çene çalasın diye almadık be... Dört numaralı masa yarım saattir hesap bekliyor. Zaten kabahat acıyıp da morukları işe alanda..!" diye homurdanmaya başladı.
"Kusura bakma Oğuz'cuğum. Bugün tek başıma çalışıyorum. Pinti herif, mutfaktan köfte aşırıyorlar diye iki komiyi de işten attı..."

Ercan, arı gibi çalışırken ben de kafayı çalıştırıyordum. Bizim Hafız, ne etmişti de batıp garsonluğa razı olmuştu?

Sonunda buldum... Şu meşhur kriz! Evet, mutlaka krizde batmıştı.
Yüzlerce fabrika, dükkân, işyeri krizde kapanmamış mıydı?..
Sabancı bile "üçte bir fakirleştik..." demişti.

Geç olmuş, müşteriler yavaş yavaş gitmeye başlamışlardı. Ben, lanet patronun gönlü olsun diye kalamar, midye tava, karides ve içmeyeceğim bir duble rakı daha söyledim. Meraktan çatlayacaktım...

"Krizden birkaç fabrikam ve şirketim etkilendi doğrusu... Ama 3 ihracat şirketim dolarla çalıştığı için Lira'nın düşmesi sonucu açıktan 450 milyon dolar filan kârım oldu. Tabii, turistik otel zincirimi saymıyorum. Onlar da dövizle iş yapar..."
"Yoksa bütün paranı kadınlara mı yedirdin?"
"Senin hesap kitaptan tıntın olduğun daha lisedeyken belliydi... Yahu, kadınlardan bin kişilik bir harem taburu kursam, hepsine kürk, mücevher, Rencrovır filan alsam 6 aylık kazancımı harcayamam. Ayrıca bende kadınlara para yedirecek hal var mı? Gençliğimde bana "Toni Körtis Ercan" derlerdi biliyorsun..."
"Hâlâ fena değilsin..."
"Üstelik hâlâ da elim ayağım tutuyor. İlk eşim Tütüncügiller'in tek varisiydi. İlk sermayem ondandır. İkincisinin Boğaz'da 4 yalısı vardı. Bu arada zamanın ne kadar ünlü artisti, şarkıcısı varsa aşka düşüp benim kervana katıldılar. Şimdiki ise adını vermeyeyim, ünlü bir çıtır manken... Benden tam 42 yaş da küçük..."
"Pekiyi be birader, para sende kadın sende!.. Ama ne halt etmeye gece yarıları böyle salaş meyhane köşelerinde sürünüyorsun?"
"Doyumdan... Yani tatminden..!"
"Ne tatmini?"
"Aşk ve iş tatmini... Yaşama başlarken mutlu olmak için aşkta ve işte başarılı olmak gerektiğini öğrenmiştim. Çünkü insanoğlunun başına ne bela geldiyse tatminsiz heriflerden gelmiştir. Aşkında ya da işinde başarısız kişiler tatmin olamazlar. Tatminsiz insan mutsuzdur. Mutsuz insan çevresini de mutsuz eder..."
"Ama sen başarılısın."
"Evet, başarılıyım, ama fazla başarılıyım. Fazla doyum da ayrı bir bela... Bir süre sonra amacın, hedefin, hayallerin kalmıyor. Bütün hayallerin gerçek olmuş. Özleyeceğin hiçbir şeyin yok. Hiç hata yapmamışsın. Son damlasına kadar sıkılmış limona dönmüşsün. Güne başlarken yüreğinde minicik bir heyecan kıpırtısı bile duymuyorsun. Yataktan bile çıkmak istemiyorsun. Para ve kadın bütün cazibesini yitirmiş. Hiç olmazsa burada müşterilerle ve patronla boğuşup kendimi yaşama ait hissediyorum. Biraz daha genç olsaydım hamallık yapmak isterdim. Dünya gelişmişse doyumsuzlar sayesinde gelişmiştir..."

Vedalaşıp ayrıldım lokantadan... Aradan birkaç ay geçti. Ercan'ın derdini hâlâ anlamış değilim.

Bizim Hafız herhalde kafayı üşütmüştü.
Geçenlerde yine uğrayıp "bizim oğlan" ne haldedir diye o salaş meyhaneye gittim. Meyhane yerinde yoktu. Salaş meyhanenin yerinde neonlu, altın varak dekorlu lüks bir sosyete restoranı vardı. Kapıdaki amiral gibi giydirilmiş teşrifatçıya:

"Garson Ercan hâlâ burada mı çalışıyor?" diye sordum.
"Bizde Ercan diye garson yok. Ama patronumuzun adı Ercan..." dedi.

Oğuz Aral'dan

28 Nisan 2011 Perşembe

Adam olma öğretisi…

İngiliz şair, roman ve hikaye yazarı Joseph Rudyard Kipling, 30 Kasım 1865’te Hindistan’ın Bombay kentinde doğdu.

Altı yaşında, anne-babası onu İngiltere’de yaşayan bir ailenin yanına gönderdi. Küçük Kipling bu ailenin yanında altı yıl kaldı ve ezildi. Örselenen kimliğinden kurtulması için anne ve babası onu bu kez Devon'daki bir yatılı okula yazdırdı. Öğrenimini İngiltere'de bitirdikten sonra Hindistan'a döndü. Gazeteciliğe başladı. 1889'da İngiltere'ye dönüp Londra'ya yerleşti.

Yazılarında romantizmle realizmi birleştirmeyi başarması, ona 1907 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandırdı. İki kez şövalyelik ödülüne layık görüldü ama kabul etmedi.

Tüm yazılarında hayata ve insanlara duyduğu bağlılığını ve hayranlığını sergiledi.
Hayvan tiplemeleriyle insanların taşıdığı birçok özelliğe vurgulamalar yaptı. Ana fikri şuydu;
Orman büyük, yavru küçüktür.

Kipling’in oğluna yazdığı ‘Eğer’ şiiri:

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü ve bunun sebebini senden bildikleri zaman, sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen, ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan, bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan;

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen;

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin, bazı alçaklar tarafından ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen, ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen ve kaybedip yeniden başlayabilir ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile işine yaramaya zorlayabilirsen ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen, ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı, altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir ve dahası sen iyi bir insan olursun oğlum...

17 Kasım 2010 Çarşamba

Devekuşu kabaresi mi, yoksa aynada kaybolanları bulabilmek mi?

Foto Nadir, aynalardan kaçmakla geçen yaşantısı boyunca şunu keşfetmişti: Sadece fotoğraflarına bakabiliyordu.

Ne var ki, fotoğraf makinesinin objektif camına bakamadığından, gözleri fotoğraflarında sürekli kapalıydı.

Kendi fotoğraflarına bakınca aynaya bakmış gibi oluyordu. Üstelik onun bir de fazlası vardı: Aynada kendine gözü kapalıyken de bakmak.

Bu fazlalık ona, hayatı boyunca gözlerini görmemiş olma talihini de bağışlamıştı.

“Aynalarda kaybolanları bulabildiğim doğru. Bu yetenek bana verilmiş. Belki bu yüzden, aynada kendimi görmem, tabiat tarafından engellendi” diyordu.

Foto Nadir’in atölyesindeki huzur her yerde yoktu. Duvardaki eski aile resimleri, kime ait oldukları belli olmayan büyütülmüş vesikalıklar ve boş bir duvarda Foto Nadir’in gözleri kapalı vesikalığı.

Kalın kaşları ve seyrek saçlarıyla, bir Charlie Chaplin filminden fırlamış gibi duran bu portre, doğduğundan beri aynalara sunulmamış bakışlarını, yüzünün toprağına gömmüştü…

(Halil Gökhan: Erkekler Cenneti’nde Son Tango adlı kitabından)

28 Ekim 2010 Perşembe

Aç kal, budala kal…

On yedi yaşındayken şöyle bir şey okumuştum:

“Her günü hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”

Bu cümle beni çok etkilemişti. Ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatımın son günü olsaydı, bugün normalde yapacağım şeyleri yapmak ister miydim?

Uzun süre ard arda “hayır” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirme gereğini anladım.

İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey; tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları, tüm bunlar ölüm karşısında değer yitirir.

Yalnız ölümdür önemli olan. Öleceğinizi hatırlamak, kaybedecek bir şeyler olduğu düşüncesini yok etmenin, bildiğim en iyi yoludur.*

Zaten çıplaksınız. Yüreğinizin sesini dinlememek için hiçbir neden yok…

Gençliğimde “The Whole Earth Catalog” adında, bizim neslin kutsal kitaplarından sayılan, inanılmaz bir yayın vardı. Steward Brand adında biri tarafından Menlo Park’ta, şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı.

Size anlattığım bu olay, bilgisayar destekli yayınlardan önce; yani bu dergi, daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi. İdealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.

Steward ve ekibi, bunun birçok baskısını yayımladılar. Ve dergi miadını doldurduğunda, son bir baskı yaptılar. 70’lerin ortalarıydı.

Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı. Hani her maceracının, kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.

Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç kal, budala kal.” (stay hungry, stay foolish)

Aramızdan ayrılırken, bize verdikleri veda mesajı buydu: ”Aç kal, budala kal.”

Kendim için hep bunu diledim…


Derleme: Apple’nin kurucusu Steve Jobs’un bir konuşmasından.
*Steve Jobs’a pankreas kanseri teşhisi konmuş ve başarılı bir ameliyat sonrasında kanseri yenmişti.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Mücadele etmeden kazanmayı öğrenmek mi?

Zor.

Mücadele etmiyorsak, hak da etmiyoruz.
Yaşamın deneyim sunan her türlü fırtınasını geçmeden, kazanmayı dahi öğrenemiyoruz. Deneyimlerimizi kendi başımıza edinmediğimiz sürece, yaşantımız bilinçsiz bir kendini beğenmişlikten öteye taşınamıyor.

Öğretmenleri dikkate alıp, onların süzgeçten geçmiş öngörüleriyle hareket etsek, her şey daha mı kolay olurdu?

Bu, hem doğamıza aykırı hem de pek tekdüze bir yol olurdu sanırım.
Ayrıca değersiz de olurdu.

Kendini beğenmemek, yaptıklarını yeterli görmemek erdemdir. Mücadele dürtüsünü olgunlaştırır.
İlk gençliğimizdeki, o kendimize olan fazla güvenimiz ve her şeyi yapabiliriz duygusunun nasıl geliştiği, gelecekteki mücadele gücümüzün sınırlarını da belirler.

Mücadele etmeyi (doğuştan gelen bir yeteneğimiz yoksa) henüz beceremediğimiz yeni yetmelik zamanımız, ömrümüzün en zor dönemlerini yaşatır bize.

Farkına varmadığımız…

Bu böyle sürerse tehlike var demektir. Hep birilerine muhtaç olma riskini taşır. Muhtaçlığın devam hali ise, sizi ya ezik yapar ya da nankör.

İkisi de eksikliktir.

Ezik olursanız itilip kakılırsınız.

Nankör olmanın sonu ise terbiyesizleşmektir.

İkisi de sevimsizdir…

17 Haziran 2010 Perşembe

Bal yemenin arapçası...

Ünvanı genel olan bir müdür, aynı sektörden bir başka şirketin genel müdürünü cep telefonundan arar. Kendine göre önemli bir konuyu, rakip şirketin genel müdürü ile görüşmek istemektedir.

Bir iş görüşmesi talebi nasıl yapılmamalıdır, buyurun okuyun:

- Merhaba, ben Önder Özmen, Ali Bey’le mi görüşüyorum.
- Merhaba Önder Bey, buyurun ben Ali.
- Sizinle bir konuyu görüşmek istiyoruz, ne zaman müsait olursunuz? Bizim Tahsin (Ankara şube müdürü ve ortağı) de burada . Sizi Sarıyer’deki “Ne Var Ne Yok Cafe”ye davet etmek istiyoruz.
- Görüşelim. Ama Sarıyer biraz uzak, ortalarda bir yerde buluşsak benim için daha uygun olur.
- Tahsin’nin nargile içebileceği bir yerdi “Ne Var Ne Yok Cafe”. O zaman Tophane’de bir nargile cafe var, tam köşede, orada buluşalım.
- Olur, ancak bugün (Çarşamba) pek mümkün görünmüyor. Yarın da zor gibi, Cuma olabilir, bir saniye ajandama bakıyorum.
- Tahsin Cuma günü Ankara’ya dönecek, öncesi olursa o da katılır.
- Öyle mi, peki yarına bakıyorum tekrar.
- Zorlamış gibi olmayayım, siz de istiyorsanız görüşelim. Önemli bir konuyu görüşmek istiyoruz.
- Tamam, perşembeyi ayarlıyorum.
- Önemli bir konu diyorum.
- Tamam, konuşalım.
- Hocam dertleşmek için konuşmayacağız. Biz kahve arkadaşları değiliz.
- Ne kadar önemli olduğunu bilemem, önemli diyorsanız önemlidir. Önemli ya da önemsiz, konuşalım.
- ABN şirketinin satış meselesini duydun mu? Bunu da konuşmalıyız.
- Evet duydum, duyuldu tabi. Saat 15.00 iyi midir, 1-2 saat konuşur, sonra da işlerimize döneriz.
- Hocam biz kahve arkadaşları değiliz, istemiyorsan konuşmayız.
- Önder Bey, bu noktada size ne söyleyebilirim. Görüyorsunuz, zaman ayarlaması yapmaya çalışıyorum. Görüşmeyelim, o zaman.
- Tamam Hocam görüşmeyelim, hadi iyi günler…

Telefon kapanır.
Kurmaca bir diyalog değil, ayniyle vuku bulmuş bir telefon görüşmesidir bu. Yalnızca kişi ve mekan isimleri değiştirilmiştir. Küfür etmeden nasıl terbiyesizleşilir, nasıl küstahlaşılır, nasıl bir komplekslilik örneğidir, ders kitaplarına örnek alınır.

Şimdi sorulara geçelim:

1. Hem anlamsız bir şekilde ve ısrarla, “kahve arkadaşı değiliz” deyip hem de ısrarla kahvehanede buluşmaya davet etmek, neyin izahıdır?
2. Konu bu kadar önemliyse, nargile cafede buluşmak neyin nesidir?
3. Önemli bir iş için davet edildiği söylenen genel müdür, rakip şirketin şube müdürünün (veya ortağının) nargile keyfine uymak zorunda mıdır?
4. Madem bu kadar önemli bir konu, zaman şube müdürüne bağlı olacak kadar sıkıştırılır mı? Tahsin Bey kendini, önemli addedilen bu konuya göre planlayamaz mı?
5. Her akla gelen ve akla gelindiğinde harekete geçilen şey(ler) önemli midir veya kime göre önemlidir?
6. Madem buluşmak senin için bu kadar önemli, o zaman sormazlar mı: “Bu küstahlığının ve kompleksinin sebebi nedir?”

Bal yemenin arapçası böyle bir şey olsa gerek...

7 Mayıs 2010 Cuma

Nasip Şendil-2…

Bir kez daha dört ayağı üzerine düşmüştü Nasip Şendil. Yeni ortağı hem toy hem geniş imkanlıydı. Onu rahle-i tedrisatından geçirirken, her türlü imkanını da kullanabileceği anlamına geliyordu bu. Bir kapı kapanırken, diğeri açılıyordu işte. İş bilenin kılıç kuşananındı; yetenekliyse, kullanmaktan başka ne yapabilirdi ki…

Hal böyle olunca, yeni ortaklık bir füzenin ateşlenme hızıyla başladı. Cicim günlerinde projeler konuşuluyor; öngördükleri fırsatlar, heyecanlarını tavan yaptırıyordu. En büyük iş adamları onlar olacaktı. Öyle ya, bir yanda Nasip Şendil’in engin tecrübesi, diğer yanda ise yeni partner Hasip Susak’ın hatırı sayılır ekonomik ve lojistik yeterliliği, onları uçururdu bile. Hem isimleri dahi ses uyumu taşıyordu: Nasip ve Hasip. Armonik bir çift olmuşlardı. Bu uyumu işlerine de taşırlarsa, her şey çok yolunda gidecekti, bundan emindiler.

Şirketlerinin ismini bu armoniden yola çıkarak NA&HA koydular. Hemen kolları sıvadılar ve işe koyuldular. Nasip, yılanı deliğinden çıkaracak kıvamda tatlı diliyle ilk bağlantıları kurup yeni projeleri bir bir şirketlerine kazandırırken, Hasip de gerekli finansmanı ve lojistiği sağlıyordu. Diğer şirketine kayıtlı 150 personel ve sahip olduğu makine parkları, işleri bir hayli kolaylaştırıyordu doğrusu. Diğer şirket adeta bir taşeron gibi kullanılıyordu. NA&HA işlerin üstlenicisi, Hasip’in kendi şirketi ise uygulayıcısı pozisyonunda, arka arkaya birkaç on milyon Euro miktarlı, birçok inşaat projesi gerçekleştirdiler.

İşin hak edişlerini, sadece ofis masrafından başka gideri olmayan NA&HA şirketi tahsil ediyor; yazdığı faturalar karşılığında da Hasip’in taşeron şirketine ödemeler yapıyordu. Paranın akışı tamamen Nasip’in kontrolündeydi. Çeşmenin başında bulunmak, Nasip Şendil’i yalnızca mest etmekle kalmıyor, kendini Anadolu’nun, bin köye sahip ağaları gibi de hissettiriyordu. Bütün davranış ve harcamaları bu havayı yaratıyordu.

Hasip’in taşeron şirketi ise, müteahhit şirket olan NA&HA’dan alabildiği paraları, işçi maaşları ve yan giderleri, şantiye masrafları, beton ve makinalar gibi temel iş harcamalarına ancak yetirebiliyordu. Çoğu zaman tahakkuk eden vergilere bile yetişemiyor, vergi borçları her geçen gün artıyordu.

Yaklaşık üç yıl gibi bir süreyi böyle geçirdiler. NA&HA mütahhitlik şirketi sürekli kazandığı ve yüksek miktarda karlara ulaştığı için Hasip fazla dert etmiyor, nasıl olsa oradan karşılayarak borçlarını kapatabileceklerini düşünüyordu.

Ancak, yeterli miktarı bir türlü kendi şirketine aktartamıyor, her seferinde Nasip Şendil’in, “acelemiz yok, nasıl olsa para bizim değil mi, bırakalım şirketimizin karları fazla görünsün, böylece piyasadaki kredibilitemiz yüksek olur ve daha büyük projelere imza atarız” sözleriyle ikna oluyordu.

İkna oluyordu ama canı da sıkılmıyor değildi doğrusu. Nasip’in bazı para hareketlerini ona yüzeysel ve durumu geçiştirir bir tavırla açıklaması, bazı kuşkulara sahip olmasına neden oluyordu. Bu iş fazla uzamıştı. Bir anda tüm sorumluluk ona yüklenebilirdi, çünkü kağıt üstünde Nasip’in, borçlu şirketle hiçbir bağı görünmüyordu.

Hem Nasip, yeni sevgilisini de yanına alarak sıklıkla kısa süreli tatillere gider olmuştu. Oysa o, işin başından ayrılamıyordu bir türlü. Durumdan duyduğu rahatsızlığı birkaç kez Nasip’e anlatmaya çalışmış, ancak Nasip oralı bile olmamıştı. Her seferinde “bir şey olmaz, hallederiz” diye geçiştiriyordu.

Nasip’in yine tatilde olduğu bir gün NA&HA’ya uğradı ve içindeki sese de uyarak bazı muhasebe kayıtlarını incelemek istedi. Gördükleri onu şok etmeye yetmişti. Paraların önemli bir kısmını, Nasip’in yurt dışı bankalara transfer etmiş olduğunu gördü. Başından kaynar sular inmişti. Böyle bir transferin yapıldığı veya yapılması gerektiği, bugüne kadar aralarında hiç konuşulmamıştı. Nasip niçin buna gerek görmüştü ki. Açıklamasını mutlaka istemeliydi. Böyle ortaklık mı olurdu? Oysa Nasip’e güvenmişti.

Ancak bunun açıklamasını Nasip’ten isteyemedi. Aynı gün maliye, Hasip’in şirketini bastı ve her şeyine el koyarak vergi borçlarından ve ucuz kaçak işçi çalıştırmasından dolayı onu tutukladı. Son bir yıldır, Nasip’in yoğun telkinleriyle kaçak işçi de çalıştırmaya başlamıştı. Aslında buna biraz da mecbur kalmıştı, çünkü çalıştırdığı işçilerin maaşlarını ve yan giderlerini karşılayamaz olmuştu.

Hasip’in içeri alındığının ertesi günü, Nasip Şendil tatilinden döndü. Bir süredir temenni ettiği ve beklediğinden uzun süren bu operasyonun gerçekleştiğini duyunca, üzerinden bir yük kalktığını ve alabildiğine rahatladığını hissetti.

“Var olmanın dayanılmaz hafifliği” böyle bir şey olsa gerekti. Niçin bu kadar uzun sürdüğünü anlamamıştı zaten. Hesaplarına göre, bu operasyon birkaç ay önce gerçekleşmeliydi. Gereğinden fazla uzamıştı.

Her zaman hizmet aldığı seyahat acentasını aradı. Fazla çalışmaktan kaynaklı stres yükünün olduğunu söyleyerek, bunu gidermeye uygun, üç ay süreli bir tatil programı istedi.
Dinlenmesi ve döndüğünde yeni avlara hazır olması gerekiyordu.

Bu kez yeni sevgilisini götürmeyecekti…

(devamı olacak)