16 Ekim 2011 Pazar

Allah adamı tatminden korusun !

Garsona patlıcan kızartması, fava, beyaz peynir, kavun ve bir duble rakıyla tonik söyledim.
Tonikle rakı “Ne alaka?” diye soracaksınız. Şu alaka, rakıyı suyla sulandırıp karşıma koyuyorum ve ona baka baka tonik içiyorum..!

Tam ikinci duble toniğimi yudumlarken yaşlı garson, "Afiyet olsun Oğuz'cuğum..." dedi. Ben, bu sesi hatırlar gibiyim. Surat da yabancı değil diye düşünürken garson gülümseyerek, "Beyoğlu Erkek Lisesi, 627 Ercan..." dedi. Tabii yahu, bu bizim Hafız Ercan...

Hafızlığı da bütün kitapları sular seller gibi hıfzetmesinden geliyor. Sınıfın yarısı onun verdiği kopyaların yüzü suyu hürmetine okulu bitirmişti.
Sordum:
"Sen, mezun olduktan sonra İktisat Fakültesi'ne gitmemiş miydin?"
"Evet, gitmiştim..."
"Ne oldu peki, bitiremedin miydi?"
"İkincilikle bitirmiştim."
"Öyleyse bu garsonluk niye?"
Ercan, “Uzun hikâye..!” deyip bir koşu köşe masanın mezelerini götürdü.

Okuldan sonra Ercan'ı hiç görmemiştim. Ama büyük bir işadamı olduğunu gazetelerde okuduğumu anımsadım. Hatta, ismine vergi rekortmenlerinin arasında bile rastlamıştım. Ayrıca gazetelerin magazin sayfalarının da gediklisiydi. Yanında hep sosyeteden bir dilber bulunurdu.
Herif bu yaşta bile hâlâ yakışıklıydı. Ama düşmez kalkmaz bir Allah... Bizim Hafız, onca varlıktan sonra şimdi garsonluk yapıyordu.

Bir ara servis tabağımı değiştirmek için Ercan yine yanıma geldi.

"Vah vah, demek şirketini batırdın?"
"Hangi şirketi mi? İthalat-ihracatı mı soruyorsun?"
"Tamam onu..."
"Ne batması yahu, Yugoslavya'dan deri alıp, dikip Almanlara satıyordum. Sonra, bizim piyasadan zeytinyağı toplayıp İtalyan etiketiyle İngiltere'ye ihraç ediyordum..."
"İtalyanlar hır çıkarmıyor muydu?"
"Bayılıyorlardı bile... Şişe başına yüzde 5 patent parası ödüyordum. Karşılığında İngilizlerden iplik ithal edip dokutuyordum. Biliyorsun bizde işçilik ucuz. Sonra, İngiliz kumaşı fiyatına Amerika'ya ihraç ediyordum. O şirketin yıllık cirosu 300 milyon doları buluyordu."
"Sonra ne oldu?"
"Şirketi Sabancı'ya sattım."
"Niye be, altın yumurtlayan tavuk satılır mı?"
"Ne yapayım sıkıldım."

“Hey garson, bana bir duble rakı daha getir” diye seslenmeleri üzerine Ercan başka masaya koştu.

Kafam iyice karışmıştı. O karışıklık arasında tonik yerine rakı bardağına saldırmışım. Daha birinci fırtta Dr. Deniz Şener'in ayıplayarak bakan yüzü gözümün önüne geldi. Süklüm püklüm bardağı masaya bıraktım. Peki ama bu herif, onca parayı kaybetmeyi nasıl becermişti?

Yanımdan geçerken ceketinin eteğine yapıştım.

"Yoksa kumar mı oynadın?"
"Kumarı severim doğrusu... Ama aptal kartlarla ya da ruletin keçi pisliği kadar topuyla kumar oynamam. Hele bir atın dört sıska bacağına beş kuruş yatırmam. Sadece geçen yıl Borsa'da kazancım 6 trilyonu bulmuştu."
O sırada kasada oturan meymenetsiz şişko herif:
"Seni buraya çene çalasın diye almadık be... Dört numaralı masa yarım saattir hesap bekliyor. Zaten kabahat acıyıp da morukları işe alanda..!" diye homurdanmaya başladı.
"Kusura bakma Oğuz'cuğum. Bugün tek başıma çalışıyorum. Pinti herif, mutfaktan köfte aşırıyorlar diye iki komiyi de işten attı..."

Ercan, arı gibi çalışırken ben de kafayı çalıştırıyordum. Bizim Hafız, ne etmişti de batıp garsonluğa razı olmuştu?

Sonunda buldum... Şu meşhur kriz! Evet, mutlaka krizde batmıştı.
Yüzlerce fabrika, dükkân, işyeri krizde kapanmamış mıydı?..
Sabancı bile "üçte bir fakirleştik..." demişti.

Geç olmuş, müşteriler yavaş yavaş gitmeye başlamışlardı. Ben, lanet patronun gönlü olsun diye kalamar, midye tava, karides ve içmeyeceğim bir duble rakı daha söyledim. Meraktan çatlayacaktım...

"Krizden birkaç fabrikam ve şirketim etkilendi doğrusu... Ama 3 ihracat şirketim dolarla çalıştığı için Lira'nın düşmesi sonucu açıktan 450 milyon dolar filan kârım oldu. Tabii, turistik otel zincirimi saymıyorum. Onlar da dövizle iş yapar..."
"Yoksa bütün paranı kadınlara mı yedirdin?"
"Senin hesap kitaptan tıntın olduğun daha lisedeyken belliydi... Yahu, kadınlardan bin kişilik bir harem taburu kursam, hepsine kürk, mücevher, Rencrovır filan alsam 6 aylık kazancımı harcayamam. Ayrıca bende kadınlara para yedirecek hal var mı? Gençliğimde bana "Toni Körtis Ercan" derlerdi biliyorsun..."
"Hâlâ fena değilsin..."
"Üstelik hâlâ da elim ayağım tutuyor. İlk eşim Tütüncügiller'in tek varisiydi. İlk sermayem ondandır. İkincisinin Boğaz'da 4 yalısı vardı. Bu arada zamanın ne kadar ünlü artisti, şarkıcısı varsa aşka düşüp benim kervana katıldılar. Şimdiki ise adını vermeyeyim, ünlü bir çıtır manken... Benden tam 42 yaş da küçük..."
"Pekiyi be birader, para sende kadın sende!.. Ama ne halt etmeye gece yarıları böyle salaş meyhane köşelerinde sürünüyorsun?"
"Doyumdan... Yani tatminden..!"
"Ne tatmini?"
"Aşk ve iş tatmini... Yaşama başlarken mutlu olmak için aşkta ve işte başarılı olmak gerektiğini öğrenmiştim. Çünkü insanoğlunun başına ne bela geldiyse tatminsiz heriflerden gelmiştir. Aşkında ya da işinde başarısız kişiler tatmin olamazlar. Tatminsiz insan mutsuzdur. Mutsuz insan çevresini de mutsuz eder..."
"Ama sen başarılısın."
"Evet, başarılıyım, ama fazla başarılıyım. Fazla doyum da ayrı bir bela... Bir süre sonra amacın, hedefin, hayallerin kalmıyor. Bütün hayallerin gerçek olmuş. Özleyeceğin hiçbir şeyin yok. Hiç hata yapmamışsın. Son damlasına kadar sıkılmış limona dönmüşsün. Güne başlarken yüreğinde minicik bir heyecan kıpırtısı bile duymuyorsun. Yataktan bile çıkmak istemiyorsun. Para ve kadın bütün cazibesini yitirmiş. Hiç olmazsa burada müşterilerle ve patronla boğuşup kendimi yaşama ait hissediyorum. Biraz daha genç olsaydım hamallık yapmak isterdim. Dünya gelişmişse doyumsuzlar sayesinde gelişmiştir..."

Vedalaşıp ayrıldım lokantadan... Aradan birkaç ay geçti. Ercan'ın derdini hâlâ anlamış değilim.

Bizim Hafız herhalde kafayı üşütmüştü.
Geçenlerde yine uğrayıp "bizim oğlan" ne haldedir diye o salaş meyhaneye gittim. Meyhane yerinde yoktu. Salaş meyhanenin yerinde neonlu, altın varak dekorlu lüks bir sosyete restoranı vardı. Kapıdaki amiral gibi giydirilmiş teşrifatçıya:

"Garson Ercan hâlâ burada mı çalışıyor?" diye sordum.
"Bizde Ercan diye garson yok. Ama patronumuzun adı Ercan..." dedi.

Oğuz Aral'dan

28 Nisan 2011 Perşembe

Adam olma öğretisi…

İngiliz şair, roman ve hikaye yazarı Joseph Rudyard Kipling, 30 Kasım 1865’te Hindistan’ın Bombay kentinde doğdu.

Altı yaşında, anne-babası onu İngiltere’de yaşayan bir ailenin yanına gönderdi. Küçük Kipling bu ailenin yanında altı yıl kaldı ve ezildi. Örselenen kimliğinden kurtulması için anne ve babası onu bu kez Devon'daki bir yatılı okula yazdırdı. Öğrenimini İngiltere'de bitirdikten sonra Hindistan'a döndü. Gazeteciliğe başladı. 1889'da İngiltere'ye dönüp Londra'ya yerleşti.

Yazılarında romantizmle realizmi birleştirmeyi başarması, ona 1907 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazandırdı. İki kez şövalyelik ödülüne layık görüldü ama kabul etmedi.

Tüm yazılarında hayata ve insanlara duyduğu bağlılığını ve hayranlığını sergiledi.
Hayvan tiplemeleriyle insanların taşıdığı birçok özelliğe vurgulamalar yaptı. Ana fikri şuydu;
Orman büyük, yavru küçüktür.

Kipling’in oğluna yazdığı ‘Eğer’ şiiri:

Eğer, bütün etrafındakiler panik içine düştüğü ve bunun sebebini senden bildikleri zaman, sen başını dik tutabilir ve sağduyunu kaybetmezsen;

Eğer sana kimse güvenmezken sen kendine güvenir ve onların güvenmemesini de haklı görebilirsen;

Eğer beklemesini bilir ve beklemekten de yorulmazsan veya hakkında yalan söylenir de sen yalanla iş görmezsen, ya da senden nefret edilir de kendini nefrete kaptırmazsan, bütün bunlarla beraber ne çok iyi ne de çok akıllı görünmezsen;

Eğer hayal edebilir de hayallerine esir olmazsan;

Eğer düşünebilip de düşüncelerini amaç edinebilirsen;

Eğer zafer ve yenilgi ile karşılaşır ve bu iki hokkabaza aynı şekilde davranabilirsen;

Eğer ağzından çıkan bir gerçeğin, bazı alçaklar tarafından ahmaklara tuzak kurmak için eğilip bükülmesine katlanabilirsen, ya da ömrünü verdiğin şeylerin bir gün başına yıkıldığını görür ve eğilip yıpranmış aletlerle onları yeniden yapabilirsen;

Eğer bütün kazancını bir yığın yapabilir ve yazı-tura oyununda hepsini tehlikeye atabilirsen ve kaybedip yeniden başlayabilir ve kaybın hakkında bir kerecik olsun bir şey söylemezsen;

Eğer kalp, sinir ve kasların eskidikten çok sonra bile işine yaramaya zorlayabilirsen ve kendinde 'dayan' diyen bir iradeden başka bir güç kalmadığı zaman dayanabilirsen;

Eğer kalabalıklarda konuşup onurunu koruyabilirsen, ya da krallarla gezip karakterini kaybetmezsen;

Eğer ne düşmanların ne de sevgili dostların seni incitmezse;

Eğer aşırıya kaçmadan tüm insanları sevebilirsen;

Eğer bir daha dönmeyecek olan dakikayı, altmış saniyede koşarak doldurabilirsen;

Yeryüzü ve üstündekiler senindir ve dahası sen iyi bir insan olursun oğlum...