17 Kasım 2010 Çarşamba

Devekuşu kabaresi mi, yoksa aynada kaybolanları bulabilmek mi?

Foto Nadir, aynalardan kaçmakla geçen yaşantısı boyunca şunu keşfetmişti: Sadece fotoğraflarına bakabiliyordu.

Ne var ki, fotoğraf makinesinin objektif camına bakamadığından, gözleri fotoğraflarında sürekli kapalıydı.

Kendi fotoğraflarına bakınca aynaya bakmış gibi oluyordu. Üstelik onun bir de fazlası vardı: Aynada kendine gözü kapalıyken de bakmak.

Bu fazlalık ona, hayatı boyunca gözlerini görmemiş olma talihini de bağışlamıştı.

“Aynalarda kaybolanları bulabildiğim doğru. Bu yetenek bana verilmiş. Belki bu yüzden, aynada kendimi görmem, tabiat tarafından engellendi” diyordu.

Foto Nadir’in atölyesindeki huzur her yerde yoktu. Duvardaki eski aile resimleri, kime ait oldukları belli olmayan büyütülmüş vesikalıklar ve boş bir duvarda Foto Nadir’in gözleri kapalı vesikalığı.

Kalın kaşları ve seyrek saçlarıyla, bir Charlie Chaplin filminden fırlamış gibi duran bu portre, doğduğundan beri aynalara sunulmamış bakışlarını, yüzünün toprağına gömmüştü…

(Halil Gökhan: Erkekler Cenneti’nde Son Tango adlı kitabından)

28 Ekim 2010 Perşembe

Aç kal, budala kal…

On yedi yaşındayken şöyle bir şey okumuştum:

“Her günü hayatının son günüymüş gibi yaşarsan, günün birinde haklı çıkarsın.”

Bu cümle beni çok etkilemişti. Ve o günden bu yana, yani 33 yıldır, her sabah aynaya bakıp kendi kendime hep şunu sordum: “Eğer bugün hayatımın son günü olsaydı, bugün normalde yapacağım şeyleri yapmak ister miydim?

Uzun süre ard arda “hayır” yanıtını verdiğimde, bir şeyleri değiştirme gereğini anladım.

İnsanın kısa süre içinde öleceğini bilmesi, yaşantısına damga vuracak kararlar vermesi açısından büyük önem taşır. Çünkü her şey; tüm dış beklentiler, gururlar, küçük düşme ya da başarısızlık korkuları, tüm bunlar ölüm karşısında değer yitirir.

Yalnız ölümdür önemli olan. Öleceğinizi hatırlamak, kaybedecek bir şeyler olduğu düşüncesini yok etmenin, bildiğim en iyi yoludur.*

Zaten çıplaksınız. Yüreğinizin sesini dinlememek için hiçbir neden yok…

Gençliğimde “The Whole Earth Catalog” adında, bizim neslin kutsal kitaplarından sayılan, inanılmaz bir yayın vardı. Steward Brand adında biri tarafından Menlo Park’ta, şiirsel bir tarzla kaleme alınmıştı.

Size anlattığım bu olay, bilgisayar destekli yayınlardan önce; yani bu dergi, daktilolar, makaslar ve polaroid kameraların yardımıyla yapılmıştı. Google ortaya çıkmadan 35 yıl önce, dergi formatında bir Google gibiydi. İdealistti, anlaşılır bilgiler ve harika görüşlerle doluydu.

Steward ve ekibi, bunun birçok baskısını yayımladılar. Ve dergi miadını doldurduğunda, son bir baskı yaptılar. 70’lerin ortalarıydı.

Son baskının arka kapağında, sabahın erken saatlerinde çekilmiş bir yol fotoğrafı vardı. Hani her maceracının, kendini otostop çekerken bulabileceği yollardan biri.

Fotoğrafın altında şu sözler yer alıyordu: “Aç kal, budala kal.” (stay hungry, stay foolish)

Aramızdan ayrılırken, bize verdikleri veda mesajı buydu: ”Aç kal, budala kal.”

Kendim için hep bunu diledim…


Derleme: Apple’nin kurucusu Steve Jobs’un bir konuşmasından.
*Steve Jobs’a pankreas kanseri teşhisi konmuş ve başarılı bir ameliyat sonrasında kanseri yenmişti.

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Mücadele etmeden kazanmayı öğrenmek mi?

Zor.

Mücadele etmiyorsak, hak da etmiyoruz.
Yaşamın deneyim sunan her türlü fırtınasını geçmeden, kazanmayı dahi öğrenemiyoruz. Deneyimlerimizi kendi başımıza edinmediğimiz sürece, yaşantımız bilinçsiz bir kendini beğenmişlikten öteye taşınamıyor.

Öğretmenleri dikkate alıp, onların süzgeçten geçmiş öngörüleriyle hareket etsek, her şey daha mı kolay olurdu?

Bu, hem doğamıza aykırı hem de pek tekdüze bir yol olurdu sanırım.
Ayrıca değersiz de olurdu.

Kendini beğenmemek, yaptıklarını yeterli görmemek erdemdir. Mücadele dürtüsünü olgunlaştırır.
İlk gençliğimizdeki, o kendimize olan fazla güvenimiz ve her şeyi yapabiliriz duygusunun nasıl geliştiği, gelecekteki mücadele gücümüzün sınırlarını da belirler.

Mücadele etmeyi (doğuştan gelen bir yeteneğimiz yoksa) henüz beceremediğimiz yeni yetmelik zamanımız, ömrümüzün en zor dönemlerini yaşatır bize.

Farkına varmadığımız…

Bu böyle sürerse tehlike var demektir. Hep birilerine muhtaç olma riskini taşır. Muhtaçlığın devam hali ise, sizi ya ezik yapar ya da nankör.

İkisi de eksikliktir.

Ezik olursanız itilip kakılırsınız.

Nankör olmanın sonu ise terbiyesizleşmektir.

İkisi de sevimsizdir…

17 Haziran 2010 Perşembe

Bal yemenin arapçası...

Ünvanı genel olan bir müdür, aynı sektörden bir başka şirketin genel müdürünü cep telefonundan arar. Kendine göre önemli bir konuyu, rakip şirketin genel müdürü ile görüşmek istemektedir.

Bir iş görüşmesi talebi nasıl yapılmamalıdır, buyurun okuyun:

- Merhaba, ben Önder Özmen, Ali Bey’le mi görüşüyorum.
- Merhaba Önder Bey, buyurun ben Ali.
- Sizinle bir konuyu görüşmek istiyoruz, ne zaman müsait olursunuz? Bizim Tahsin (Ankara şube müdürü ve ortağı) de burada . Sizi Sarıyer’deki “Ne Var Ne Yok Cafe”ye davet etmek istiyoruz.
- Görüşelim. Ama Sarıyer biraz uzak, ortalarda bir yerde buluşsak benim için daha uygun olur.
- Tahsin’nin nargile içebileceği bir yerdi “Ne Var Ne Yok Cafe”. O zaman Tophane’de bir nargile cafe var, tam köşede, orada buluşalım.
- Olur, ancak bugün (Çarşamba) pek mümkün görünmüyor. Yarın da zor gibi, Cuma olabilir, bir saniye ajandama bakıyorum.
- Tahsin Cuma günü Ankara’ya dönecek, öncesi olursa o da katılır.
- Öyle mi, peki yarına bakıyorum tekrar.
- Zorlamış gibi olmayayım, siz de istiyorsanız görüşelim. Önemli bir konuyu görüşmek istiyoruz.
- Tamam, perşembeyi ayarlıyorum.
- Önemli bir konu diyorum.
- Tamam, konuşalım.
- Hocam dertleşmek için konuşmayacağız. Biz kahve arkadaşları değiliz.
- Ne kadar önemli olduğunu bilemem, önemli diyorsanız önemlidir. Önemli ya da önemsiz, konuşalım.
- ABN şirketinin satış meselesini duydun mu? Bunu da konuşmalıyız.
- Evet duydum, duyuldu tabi. Saat 15.00 iyi midir, 1-2 saat konuşur, sonra da işlerimize döneriz.
- Hocam biz kahve arkadaşları değiliz, istemiyorsan konuşmayız.
- Önder Bey, bu noktada size ne söyleyebilirim. Görüyorsunuz, zaman ayarlaması yapmaya çalışıyorum. Görüşmeyelim, o zaman.
- Tamam Hocam görüşmeyelim, hadi iyi günler…

Telefon kapanır.
Kurmaca bir diyalog değil, ayniyle vuku bulmuş bir telefon görüşmesidir bu. Yalnızca kişi ve mekan isimleri değiştirilmiştir. Küfür etmeden nasıl terbiyesizleşilir, nasıl küstahlaşılır, nasıl bir komplekslilik örneğidir, ders kitaplarına örnek alınır.

Şimdi sorulara geçelim:

1. Hem anlamsız bir şekilde ve ısrarla, “kahve arkadaşı değiliz” deyip hem de ısrarla kahvehanede buluşmaya davet etmek, neyin izahıdır?
2. Konu bu kadar önemliyse, nargile cafede buluşmak neyin nesidir?
3. Önemli bir iş için davet edildiği söylenen genel müdür, rakip şirketin şube müdürünün (veya ortağının) nargile keyfine uymak zorunda mıdır?
4. Madem bu kadar önemli bir konu, zaman şube müdürüne bağlı olacak kadar sıkıştırılır mı? Tahsin Bey kendini, önemli addedilen bu konuya göre planlayamaz mı?
5. Her akla gelen ve akla gelindiğinde harekete geçilen şey(ler) önemli midir veya kime göre önemlidir?
6. Madem buluşmak senin için bu kadar önemli, o zaman sormazlar mı: “Bu küstahlığının ve kompleksinin sebebi nedir?”

Bal yemenin arapçası böyle bir şey olsa gerek...

7 Mayıs 2010 Cuma

Nasip Şendil-2…

Bir kez daha dört ayağı üzerine düşmüştü Nasip Şendil. Yeni ortağı hem toy hem geniş imkanlıydı. Onu rahle-i tedrisatından geçirirken, her türlü imkanını da kullanabileceği anlamına geliyordu bu. Bir kapı kapanırken, diğeri açılıyordu işte. İş bilenin kılıç kuşananındı; yetenekliyse, kullanmaktan başka ne yapabilirdi ki…

Hal böyle olunca, yeni ortaklık bir füzenin ateşlenme hızıyla başladı. Cicim günlerinde projeler konuşuluyor; öngördükleri fırsatlar, heyecanlarını tavan yaptırıyordu. En büyük iş adamları onlar olacaktı. Öyle ya, bir yanda Nasip Şendil’in engin tecrübesi, diğer yanda ise yeni partner Hasip Susak’ın hatırı sayılır ekonomik ve lojistik yeterliliği, onları uçururdu bile. Hem isimleri dahi ses uyumu taşıyordu: Nasip ve Hasip. Armonik bir çift olmuşlardı. Bu uyumu işlerine de taşırlarsa, her şey çok yolunda gidecekti, bundan emindiler.

Şirketlerinin ismini bu armoniden yola çıkarak NA&HA koydular. Hemen kolları sıvadılar ve işe koyuldular. Nasip, yılanı deliğinden çıkaracak kıvamda tatlı diliyle ilk bağlantıları kurup yeni projeleri bir bir şirketlerine kazandırırken, Hasip de gerekli finansmanı ve lojistiği sağlıyordu. Diğer şirketine kayıtlı 150 personel ve sahip olduğu makine parkları, işleri bir hayli kolaylaştırıyordu doğrusu. Diğer şirket adeta bir taşeron gibi kullanılıyordu. NA&HA işlerin üstlenicisi, Hasip’in kendi şirketi ise uygulayıcısı pozisyonunda, arka arkaya birkaç on milyon Euro miktarlı, birçok inşaat projesi gerçekleştirdiler.

İşin hak edişlerini, sadece ofis masrafından başka gideri olmayan NA&HA şirketi tahsil ediyor; yazdığı faturalar karşılığında da Hasip’in taşeron şirketine ödemeler yapıyordu. Paranın akışı tamamen Nasip’in kontrolündeydi. Çeşmenin başında bulunmak, Nasip Şendil’i yalnızca mest etmekle kalmıyor, kendini Anadolu’nun, bin köye sahip ağaları gibi de hissettiriyordu. Bütün davranış ve harcamaları bu havayı yaratıyordu.

Hasip’in taşeron şirketi ise, müteahhit şirket olan NA&HA’dan alabildiği paraları, işçi maaşları ve yan giderleri, şantiye masrafları, beton ve makinalar gibi temel iş harcamalarına ancak yetirebiliyordu. Çoğu zaman tahakkuk eden vergilere bile yetişemiyor, vergi borçları her geçen gün artıyordu.

Yaklaşık üç yıl gibi bir süreyi böyle geçirdiler. NA&HA mütahhitlik şirketi sürekli kazandığı ve yüksek miktarda karlara ulaştığı için Hasip fazla dert etmiyor, nasıl olsa oradan karşılayarak borçlarını kapatabileceklerini düşünüyordu.

Ancak, yeterli miktarı bir türlü kendi şirketine aktartamıyor, her seferinde Nasip Şendil’in, “acelemiz yok, nasıl olsa para bizim değil mi, bırakalım şirketimizin karları fazla görünsün, böylece piyasadaki kredibilitemiz yüksek olur ve daha büyük projelere imza atarız” sözleriyle ikna oluyordu.

İkna oluyordu ama canı da sıkılmıyor değildi doğrusu. Nasip’in bazı para hareketlerini ona yüzeysel ve durumu geçiştirir bir tavırla açıklaması, bazı kuşkulara sahip olmasına neden oluyordu. Bu iş fazla uzamıştı. Bir anda tüm sorumluluk ona yüklenebilirdi, çünkü kağıt üstünde Nasip’in, borçlu şirketle hiçbir bağı görünmüyordu.

Hem Nasip, yeni sevgilisini de yanına alarak sıklıkla kısa süreli tatillere gider olmuştu. Oysa o, işin başından ayrılamıyordu bir türlü. Durumdan duyduğu rahatsızlığı birkaç kez Nasip’e anlatmaya çalışmış, ancak Nasip oralı bile olmamıştı. Her seferinde “bir şey olmaz, hallederiz” diye geçiştiriyordu.

Nasip’in yine tatilde olduğu bir gün NA&HA’ya uğradı ve içindeki sese de uyarak bazı muhasebe kayıtlarını incelemek istedi. Gördükleri onu şok etmeye yetmişti. Paraların önemli bir kısmını, Nasip’in yurt dışı bankalara transfer etmiş olduğunu gördü. Başından kaynar sular inmişti. Böyle bir transferin yapıldığı veya yapılması gerektiği, bugüne kadar aralarında hiç konuşulmamıştı. Nasip niçin buna gerek görmüştü ki. Açıklamasını mutlaka istemeliydi. Böyle ortaklık mı olurdu? Oysa Nasip’e güvenmişti.

Ancak bunun açıklamasını Nasip’ten isteyemedi. Aynı gün maliye, Hasip’in şirketini bastı ve her şeyine el koyarak vergi borçlarından ve ucuz kaçak işçi çalıştırmasından dolayı onu tutukladı. Son bir yıldır, Nasip’in yoğun telkinleriyle kaçak işçi de çalıştırmaya başlamıştı. Aslında buna biraz da mecbur kalmıştı, çünkü çalıştırdığı işçilerin maaşlarını ve yan giderlerini karşılayamaz olmuştu.

Hasip’in içeri alındığının ertesi günü, Nasip Şendil tatilinden döndü. Bir süredir temenni ettiği ve beklediğinden uzun süren bu operasyonun gerçekleştiğini duyunca, üzerinden bir yük kalktığını ve alabildiğine rahatladığını hissetti.

“Var olmanın dayanılmaz hafifliği” böyle bir şey olsa gerekti. Niçin bu kadar uzun sürdüğünü anlamamıştı zaten. Hesaplarına göre, bu operasyon birkaç ay önce gerçekleşmeliydi. Gereğinden fazla uzamıştı.

Her zaman hizmet aldığı seyahat acentasını aradı. Fazla çalışmaktan kaynaklı stres yükünün olduğunu söyleyerek, bunu gidermeye uygun, üç ay süreli bir tatil programı istedi.
Dinlenmesi ve döndüğünde yeni avlara hazır olması gerekiyordu.

Bu kez yeni sevgilisini götürmeyecekti…

(devamı olacak)

11 Nisan 2010 Pazar

Ömre bedel sakarlıklar…

* New York'ta 5.caddede bir adama, araç hafifçe çarptı. Adama bir şey olmamıştı. Şoförle konuştu ve kalkıp gidecekken, olayı gören biri yanına gelerek, kalkmazsa sigortadan para alabileceğini söyleyince, yeniden aracın önüne yattı. Araç sürücüsü ise adamın gittiğini düşünerek gaza bastı ve adam öldü...

* Jake Fen isimli Macar, eşini korkutmak için kendisini asmış pozu verdi. Eve gelen eş, kocasını o halde görünce bayıldı. Kapıyı açık gören komşu kadın içeri girince, iki cesetle karşılaştığını sanıp evi soydu. Topladıklarıyla çıkarken, Jake kadına bir tekme attı. Cesedin canlandığını sanan kadın öldü. Jake beraat etti...

* 1964'de Pepsi'nin reklam ajansının "Canlanın, siz Pepsi kuşağındasınız" sloganı, tercümanların beceriksizliği yüzünden Almanca'ya , "Mezarınızdan diri olarak çıkın"a; Çince'ye ise "Pepsi atalarınızı mezarlarından çıkarır" olarak çevrilmişti.

* 1932 yılında Los Angeles olimpiyatlarında, Fransız atlet Jules Noel'in, disk atmada kırdığı olimpiyat rekoru sayılmadı. Çünkü atışı izlemesi gereken bütün hakemler, sırıkla yüksek atlama yarışmasını izlemek için arkalarını dönmüşlerdi.

* 1975'te İngiliz bir çift, televizyonda en sevdikleri programı izlerken, erkek yarım saat süren bir gülme krizi sonucu kalp krizi geçirerek öldü. Eşi, cenazeden sonra programın yapımcılarına bir mektup yazarak, kocasını hayatının son dakikalarında bu kadar mutlu ettikleri için teşekkür etti.

* Pennsylvania Radnor'da bir şüpheliyi sorguya çeken polis, şüphelinin kafasına metal bir süzgeç yerleştirmiş ve tellerle fotokopi makinasına bağlamıştı. Polisin fotokopi makinasında şüphelinin yalanlarının yazıldığını söylemesine inanan şüpheli, suçunu itiraf etti.

* ABD'nin Alabama eyaletinde 25 yaşındaki bir asker, tükürme alışkanlığının kurbanı oldu. Pencerenin kenarına oturarak tükürüğünü, büyük bir tencere şeklindeki sokak lambasına isabet ettirmeye çalışan asker, dengesini kaybedip 11.kattan düştü.

* Fransız ordusu, askerlerin mayın tarlalarında yürüyebilmelerini sağlayan patlamaya dayanıklı botlar icat etti. Fakat botlar o kadar ağır ve içinde yürünmesi o kadar zordu ki, askerler mayınlarla havaya uçmadan önce pusuya yatan düşman askerleri tarafından vuruluyorlardı.

* Kamboçya'da 2 asker, patlamamış mayınla futbol oynamaya kalkınca hayatlarını kaybettiler. Olayı ilginç kılan bir başka nokta, parçalanarak can veren 2 askerin, Kamboçya ordusunun "en iyi mayın uzmanları" arasında yer almasıydı.

* 1840'da ABD başkanlığına seçilen William Henry Harrison, çok soğuk bir günde Washington'da açık havada düzenlenen göreve başlama töreninde şapka ve palto giymeyi reddederek yaptığı uzun konuşma sonucu zatürre oldu. Yeni başkan sadece bir ay görev yaptıktan sonra zatürreden öldü.

* Chevrolet, yeni model arabası için "Nova" ismini buldu ama sonra arabayı Latin Amerika'da satamayacakları anlaşıldı. Çünkü "Nova", İspanyolca'da "gitmez" anlamına geliyordu.

* 1983'de magazada hırsızlık yaparken yakalanan San Diegolu bir kadın, polislere, eğer onu bırakmazlarsa morarana kadar nefesini tutacağını söyledi. Polisler kadını bırakmadılar, o da gerçekten ölünceye kadar nefesini tuttu.

* Viktorya Ingiltere'sinde, kütüphane kurallarına göre, kadınlarla erkeklerin yazdığı kitaplar, kişiler evli olmadığı sürece aynı rafta yan yana bulunamazdı.

* Meksika'daki bir sağlıklı yasam merkezinin sahibi, vasiyetine, mezarlığın sigara içilmeyen bölümünde gömülmek istediğini ısrarla ekletmeye çalıştı.

* Bir inşaat isçisi, Arkansas'taki bir marketi soyduktan kısa süre sonra yakalandı. Çünkü adam soygun sırasında önünde ismi yazan bir şapka takmıştı.

21 Mart 2010 Pazar

Gerçek ilişki, samimiyet, yalınlık ve örülmemiş duvarlar gerektirir…

“İnternette chat yoluyla tanışıp evlendiği eşinin dolandırıcı olduğunu, evini ve 17 bin lira nakit parasını kaptırdıktan sonra öğrenen kadın avukat, 3 kadın ve bir erkekten oluşan çetenin kurbanı olduğu gerçeğiyle karşılaştı.

Genç avukatın şikâyeti üzerine başlatılan soruşturma sonucunda, kocasının lise mezunu, hırsızlık, dolandırıcılık ve sahtecilik suçlarından sabıkalı, evli ve iki çocuk babası olduğu ortaya çıktı.”


Haberi oturup kendim yazsam, kurmaca bir habermiş gibi algılanmaz. Her gün birçok kez karşılaştığımız, artık alışkın olduğumuz haber türlerinden birisi gibi çünkü. Haber kurmaca da değil zaten, gerçek. Gazetelerde, içinde bulunduğumuz Mart ayında yer alan bir haberden alıntı. Gitgide farklılaşan kadın-erkek ilişkilerine, her geçen gün azalan güven duygusuna bir katkı daha yani.

Günümüzde kadınların ve erkeklerin davranışlarında deformasyonlar çoğaldı. Erkekler kadınsılaşmaya, kadınlarsa erkeksileşmeye başladılar. Adeta merkeze doğru bir kayış bu. Lakin, cinsel tercihler değil sözünü ettiğim.

Her iki cinsin toplum içi alışkanlıkları ve birbirlerinden beklentileri, yeniden şekilleniyor. Ancak bununla birlikte memnuniyetsizlik, daha içten ilişkilere özlem ve doldurulamayan bir eksiklik duygusu da ortaya çıkmış durumda.

Gerçek ilişki, samimiyet, yalınlık ve örülmemiş duvarlar gerektirir. Herkesin aradığı, hep bulamamaktan yakındığı duygulardır bunlar. Kimse, bunun için bir şey yapmaz ama böyle olmasını ister. Her birimiz kendimizi masum, karşımızdakini ise suçlu buluruz.

Yıllardır kadın-erkek eşitsizliğinden şikayet edilip durulur. Kadının, toplum düzeninde geri planda tutulduğu söylenir. Bu söylemde, gerçek payı olmakla birlikte, kadın ve erkek cinsiyetinin toplumsal rollerinin varlığını da unutmamak gerekir. Üremek ve çoğalmak temel ihtiyacı üzerine kurulu insan hayatında, kadının anne ve erkeğin baba rolüne sahip bulunduğunu ve aslında tüm dengelerin bunun üzerinde oluştuğunu hatırlamakta yarar görüyorum. Kanımca sorun da, bu dengelerden uzaklaştıkça ortaya çıkar oldu.

Ancak kişisel tatminler de etkin rol oynuyor.
Bazı insanlar, eş veya sevgili seçerken, dış görünüşü önemser. Güzel/yakışıklı bir yüz, renkli gözler, kaslı vücutlar, kıvrımlı kalçalar gibi özellikler ister.
Bazıları, maddi durum ve imkanların genişliğine öncelik verir.
Bir başka grup ise birlikte olacağı insanın toplumsal konumunu, ahlaki yaklaşımlarını, eğitim durumunu ön planda tutar.

Durum, ne kadar zorlaşıyor, değil mi?

Bir de, insanın –genlerindeki çok eşlilik yapısından kaynaklı- çapkınlık denen bir dürtüsü vardır ki, daha çok erkeğe reva görülür. Malum, toplum erkeğin çapkınlığını onaylar, kadını ise ayıplar.

Daha doğrusu, eskiden böyle idi. Bu nedenle, erkeğin çapkın halleri daha bir bilinirdi de, kadının çapkın halleri pek görülmezdi. Son yıllarda, erkek türü çapkınlığın, kadın türüyle harmanlanarak kadın vücudunda yer bulduğu unisex çapkınlık halleriyle ise, toplumlarda yeni yeni karşılaşılır oldu.

Unisex çapkınlık halleri ne mi demek?
Çapkın bir erkeğin tutum ve davranışlarını düşünün; TV’lerden, filmlerden, kitaplardan, en azından etrafınızdan bilirsiniz. Bir de kadının çapkınlık hallerini getirin aklınıza.

Sonra günümüz çapkın kadınlarını inceleyin; her iki türün birleşmiş, yani unisex halini kolayca fark edeceksiniz…

28 Şubat 2010 Pazar

Nasip Şendil…

Nasip Şendil, otuzlu yaşlara gelinceye kadar birçok badireden geçmiş, ne iş ne de özel hayatında bir türlü dikiş tutturamamıştı. En önemli özelliği, yılanı deliğinden çıkaracak kıvamda tatlı dilli oluşuydu. Eline geçen parayla da giyimine ve dış görünüşüne yatırım yapardı. Bu da tatlı dilini destekleyen bir görüntü veriyordu ona. Bunu biliyordu.

Ancak hep iyi ilişkiler ve başkalarının katkılarıyla başlayan her türlü iş girişimi, nedense uzun süreli olamıyor, borç ve harçlarla dolu bir süreci geride bırakarak, yeni denizlere yelken açılıyordu. Her seferinde yeni bir partner veya kaynak bulunarak tabi.

En son işinde yine iflas etmiş, boğazına kadar borç batağına saplanmıştı. Eve her gün gelen borç mektupları ve faturalar, karısıyla arasını bir kez daha açmış, her gün kavga eder olmuşlardı. Bolca para elde ettiği günlerde ise ondan iyisi yoktu, çokça para harcayabiliyorlardı. İşte bu dönemlerde cennette gibi yaşarlar, lüks lokantalarda yemek yer ve gece kulüplerinden çıkmazlardı. Sanal bir oyun gibiydi her şey. Yeni bir av bulunup da iş yapar ayağında bol para harcama dönemi geldiğinde, onlar için bir eli yağda bir eli balda olma zamanı yeniden başlardı. Ama işler bir müddet sonra kötüleşir ve yürümez hale gelirdi. Bu da, yeni bir av mevsiminin başladığı anlamına gelirdi.

Ahmet Salman’la tanışmaları, işte tam da bu döneme denk gelmişti. Ahmet, girişimci, atak ve gözüpek bir ticari anlayışa sahipti. Bir müddettir işleri gayet iyi gidiyor, işlerini büyütmek için çareler arıyordu. İnşaat şirketindeki ortağı Halil’le uyumlu bir ikili olmuşlar ve projelerine sürekli yenilerini ekleyerek, iş hacimlerini arttırmışlardı. Vizyonları ve yolları açıktı.

Nasip’in her şeyi kolayca çözümler yaklaşımı, engin bir tecrübeye sahipmiş gibi izlenim bırakması, güler yüzü ve tatlı dili onu etkilemiş, aralarına almaları halinde, işlerine önemli katkılarda bulunacağına ikna olmuştu. Onu şirketin genel koordinatörlüğüne getirdi, yüzde 10 da gelir payı verdi. Şirketin mali ve idari işlerinden sorumlu olan Halil’in, Ahmet’e güveni tam olduğundan bu atamanın üzerinde durmadı ve ortağının bu kararına saygı gösterdi.

Ancak bir müddet sonra Nasip’in şirket kasasından sıklıkla ve çokça paralar talep etmesi, canını sıkmaya başladı. Durumu Ahmet’le paylaştığında ise, onun daha hoşgörülü olduğunu fark etti.
“Çocuk sıkıntıdan yeni çıkmış, borçları da biraz kabarmış, biraz avans vermemiz onu motive eder” diyerek Halil’in de hoşgörü göstermesini rica etti.

Nasip, aradan geçen birkaç ay sonrasında, boşta kaldığı süre içerisinde yaptığı tüm borçları temizlemişti. Ancak bu arada, asıl maksadını Halil’in hissettiğini, en azından şüphelendiğini anlamıştı. Bu nedenle, her türlü yalakalık ve şaklabanlığı ortaya koyarak durumu kurtarmaya çalıştı. Arasını asıl Ahmet Salman’la iyi tutmaya gayret gösteriyordu ki, Ahmet gerçekten de herkesin yararına oluşmasını istediği bu birlikteliği gayet safça destekliyordu.

Sonra bir gün karısı Nasip’i terk etti. Nasip’in ortaya koyduğu bu yaşamdan hem memnun değildi, hem de kendine göre bir tarzmış gibi görmüyordu. Hiçbir talebi olmadan, Nasip’in hayatından çıktı gitti.

Nasip hayatın en büyük volesini yemişti. Hiç beklemediği bir anda ve şekilde karısını kaybetmişti. Bu şok, onun kötü günler geçirmesine neden olurken, Ahmet Salman’ın merhametini de daha çok kazanır olmuştu. Ancak ne vardı ki, Ahmet’in aşırı iyi niyetli bonkörlükleri ve hesapsızlıkları nedeniyle, Halil ile ortağı olduğu şirketin işlerinde de düşmeler gerçekleşmeye başlamıştı.

Bir müddet sonra da, yaklaşık 2 yıl boyunca sahip olduğu deneyimler ve Ahmet’in ona sağladığı imkanlarla yeni bir ortak bularak, en zor zamanında ona kucak açan şirketten ayrıldı. Artık bu şirketin de işleri iyi gitmiyordu ve Nasip’in bu şirketten elde edebileceği pek bir şey de kalmamıştı çünkü. En zor zamanlarında yanında olan ve ona sahip çıkan Ahmet ve Halil'e, gözünü bile kırpmadan sırtını döndü ve daha çok fayda sağlayacağını düşündüğü yeni bir ortaklığa, başka bir deyişle yeni bir ava dümen çevirdi.

(devamı olacak)

20 Şubat 2010 Cumartesi

Sigortacı ve köylü*

Arşak Gorobakyan, hayatını New York Hayat Sigortası Şirketi adına poliçe satarak kazanan ufak tefek bir adamdı. Yeni müşterilerine sık sık yirmi yıl boyunca üç yüz kişiye poliçe sattığını, bu güne kadar müşterilerinden iki yüz kişinin öldüğünü söylerdi. Bunu söylerken yüzünde hiçbir üzüntü ifadesi olmazdı. Bu sözler, hayatın ne kadar acı ve elem dolu olduğunu belirtmek için de söylenmemişti. Tam tersine, Gorobakyan’ın yüzündeki gülümseme gösteriyordu ki, ölen bu iki yüz kişiden bahsetmekle onun demek istediği, bu iki yüz kişinin Azrail’i kandırdığı ve aynı zamanda New York Hayat Sigortası Şirketi sayesinde çok para kazandıklarıydı.

“Hepsi de çok akıllı insanlardı” derdi yeni müşterilerine. “Senin gibi pratik ve zeki”…
Onlar, kendi kendilerine şöyle dediler: “Evet öleceğiz, bundan kaçış yok, öyleyse gerçekle yüzleşelim.”

Tam bu anda sigortacı, ceketinin iç cebinden birtakım grafikler ve istatistikler çıkarır, “İşte” derdi, “Gerçekler burada. Bugün kırk yedi yaşındasınız ve Allah’a şükür sapasağlamsınız; ama gerçekler gösteriyor ki, beş yıla kadar ölmüş olacaksınız.”

Beş yıl içinde ölerek yüklü bir miktar para kazanmanın heyecanını müşterisiyle paylaşmak ister gibi yumuşak bir gülümseme kondururdu suratına. “Bu beş yıl içinde” derdi, “şirketime ödeyeceğiniz paranın miktarı üç yüz seksen dolardır. Öldüğünüz zaman kazanacağınız paranın miktarı ise yirmi bin dolardır, yani tamı tamına on dokuz bin altı yüz on üç dolarlık bir kar söz konusu. Eh, bu da herhangi bir yatırım için oldukça iyi bir kar.”

Bir keresinde, beş yıl içinde öleceğine bir türlü inanmayan bir köylüye çatmıştı.

“On yedi, on sekiz sene sonra gel” diyordu köylü.

“Ama siz daha şimdiden altmış yedi yaşındasınız zaten” diyordu sigortacı Gorobakyan.

“Biliyorum” diyordu köylü, “Ama dolandırılmaya hiç niyetim yok. Ben daha yirmi sene yaşayacağım. Yeni yeni üç yüz zeytin ağacı diktim, onların iyice büyüdüğünü görmeden ölmeyeceğimi biliyorum ben. Dutlardan, narlardan, cevizlerden, bademlerden hiç bahsetmiyorum bile. Hayır, benim için böyle bir pazarlığa oturmanın zamanı gelmedi. Yirmi yıl daha yaşayacağımı biliyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi?”

“Evet” demiş sigortacı.

“Yirmi değil, otuz sene yaşayacağım. Sen de kabul edersin ki, bu durumda ben kandırılmış olurum.”

Bizim satıcı sakin sakin konuşan kibar, ufak tefek bir adamdı, asla öfkelenmezdi. Köylüye cevaben, “Sizin sağlam yapılı biri olduğunuzun farkındayım” demiş.

“Sağlam yapılı mı?” diye kükremiş köylü, “Sana bir şey söyleyeyim mi?”

Sigortacı başını evet anlamında sallamış.

“Söylediğin çok doğru. Ben çok sağlam yapılı bir adamım. Ölüm mü? Neden ölecekmişim? Ne için hemşerim? Hiç acelem yok. Para mı? Evet, para güzel şey ama ben gene de ölmeyeceğim.”

Sigortacı sakin sakin sigarasını içiyor gibi görünse de içinde fırtınalar kopuyormuş. Adamlarını toparlayıp ümitsizce yeni bir hücum girişiminde bulunmaya çalışan, bozguna uğratılmış bir süvari subayı gibi:
“Ölmeniz mi?” demiş köylüye, “Allah korusun. Bütün hayatım boyunca hiç kimsenin ölümünü dilemedim. Hayat güzeldir. Yazın sıcağında yediğimiz karpuzun tadı bizi mutlu eder.”

“Bir şey söyleyebilir miyim?” demiş köylü.

Sigortacı yine başıyla onaylamış.

“Doğru söylüyorsun. Beni sevindiren şey, yazın yediğimiz karpuzun tadıdır ve akşam serinliğinde ağaç altında yenen ekmeğin, peynirin, üzümün tadıdır. Lütfen devam et.”

“Kimsenin bu tatlı hayattan ayrılmasını istemem” demiş sigortacı, “Ama yine de gerçeklerle yüzleşmeliyiz.”

Bir yandan da elindeki kağıtları sallıyormuş.

“Çılgın bir dünyada yaşıyoruz. Siz güçlü bir adamsınız. Karpuzun tadına varıyorsunuz. Şehirde yürüyorsunuz. Bir araba gelip size çarpıyor. Neredesiniz? Öldünüz gittiniz işte!”

Köylünün kaşları bir anda çatılıvermiş.

“Evet” demiş, “Otomobiller!”

“Allah korusun, bir kaza sonucu ölürseniz, iki katı para kazanacaksınız” diye eklemiş sigortacı.

“Allah’ın cezası otomobiller” demiş köylü, “karşıdan karşıya geçerken dikkatli olmam gerek anlaşılan.”

“Hepimiz dikkat ediyoruz” demiş sigortacı, “ama bunun bize ne faydası var? Her sene otomobil kazalarında, Büyük Savaş’ta bir senede ölenlerden daha fazla sayıda insan can veriyor.”

“Bir şey söyleyebilir miyim?” demiş köylü.

“Söyle” demiş sigortacı.

“Kendimi sağlama almak niyetindeyim. Galiba bir poliçe alacağım.”

“Bu çok akıllıca bir plan” diye yanıtlamış sigortacı.

Köylü bir poliçe satın almış ve ödemelerini yapmaya başlamış. İki sene sonra, bir gün sigortacıyı evine çağırmış, terbiye sınırlarını aşmadan bir güzel azarlamış. Yüzlerce dolar ödemesine rağmen, bir kere bile ölümün kıyısına gelmemiş olmaktan şikayetçiymiş, bu ona çok tuhaf görünüyormuş.

“Artık poliçeyi istemiyorum” demiş.

Sigortacı, iki sene prim ödedikten sonra poliçesini iade eden ve üç hafta sonra da bir kızgın boğa tarafından boynuzlanarak öldürülen adamın ironik hikayesini anlatmış. Fakat köylü bu hikayeden hiç mi hiç etkilenmemiş.

“Bir şey söyleyeyim mi?” demiş köylü, “beni boynuzlayacak kadar güçlü bir boğa daha anasından doğmadı. Boynunu kırarım onun. Hayır, sağol, sigortalanmak istemiyorum. Yüzlerce kez bir arabanın önünden geçmem gerekti, ama her defasında dikkatlice bir adım geri çekilip arabanın geçmesine izin verdim, oldu bitti.”

Bu hikaye on dört yıl evvel cereyan etmişti. Hekimyan adlı bu köylü bugün hala yaşıyor.


*William Saroyan’ın “Ödlekler Cesurdur” adlı kitabından alıntılanmıştır.

10 Ocak 2010 Pazar

Kendin kalabilmek...

Gece gündüz, bütün gücüyle seni diğerlerinden farksız yapmaya çalışan bir dünyada, kendin olarak kalabilmek, dünyanın en zor savaşını vermektir.

Ve bu savaş bir başladı mı, bir daha bitmez...

E.E. Cummings