28 Şubat 2010 Pazar

Nasip Şendil…

Nasip Şendil, otuzlu yaşlara gelinceye kadar birçok badireden geçmiş, ne iş ne de özel hayatında bir türlü dikiş tutturamamıştı. En önemli özelliği, yılanı deliğinden çıkaracak kıvamda tatlı dilli oluşuydu. Eline geçen parayla da giyimine ve dış görünüşüne yatırım yapardı. Bu da tatlı dilini destekleyen bir görüntü veriyordu ona. Bunu biliyordu.

Ancak hep iyi ilişkiler ve başkalarının katkılarıyla başlayan her türlü iş girişimi, nedense uzun süreli olamıyor, borç ve harçlarla dolu bir süreci geride bırakarak, yeni denizlere yelken açılıyordu. Her seferinde yeni bir partner veya kaynak bulunarak tabi.

En son işinde yine iflas etmiş, boğazına kadar borç batağına saplanmıştı. Eve her gün gelen borç mektupları ve faturalar, karısıyla arasını bir kez daha açmış, her gün kavga eder olmuşlardı. Bolca para elde ettiği günlerde ise ondan iyisi yoktu, çokça para harcayabiliyorlardı. İşte bu dönemlerde cennette gibi yaşarlar, lüks lokantalarda yemek yer ve gece kulüplerinden çıkmazlardı. Sanal bir oyun gibiydi her şey. Yeni bir av bulunup da iş yapar ayağında bol para harcama dönemi geldiğinde, onlar için bir eli yağda bir eli balda olma zamanı yeniden başlardı. Ama işler bir müddet sonra kötüleşir ve yürümez hale gelirdi. Bu da, yeni bir av mevsiminin başladığı anlamına gelirdi.

Ahmet Salman’la tanışmaları, işte tam da bu döneme denk gelmişti. Ahmet, girişimci, atak ve gözüpek bir ticari anlayışa sahipti. Bir müddettir işleri gayet iyi gidiyor, işlerini büyütmek için çareler arıyordu. İnşaat şirketindeki ortağı Halil’le uyumlu bir ikili olmuşlar ve projelerine sürekli yenilerini ekleyerek, iş hacimlerini arttırmışlardı. Vizyonları ve yolları açıktı.

Nasip’in her şeyi kolayca çözümler yaklaşımı, engin bir tecrübeye sahipmiş gibi izlenim bırakması, güler yüzü ve tatlı dili onu etkilemiş, aralarına almaları halinde, işlerine önemli katkılarda bulunacağına ikna olmuştu. Onu şirketin genel koordinatörlüğüne getirdi, yüzde 10 da gelir payı verdi. Şirketin mali ve idari işlerinden sorumlu olan Halil’in, Ahmet’e güveni tam olduğundan bu atamanın üzerinde durmadı ve ortağının bu kararına saygı gösterdi.

Ancak bir müddet sonra Nasip’in şirket kasasından sıklıkla ve çokça paralar talep etmesi, canını sıkmaya başladı. Durumu Ahmet’le paylaştığında ise, onun daha hoşgörülü olduğunu fark etti.
“Çocuk sıkıntıdan yeni çıkmış, borçları da biraz kabarmış, biraz avans vermemiz onu motive eder” diyerek Halil’in de hoşgörü göstermesini rica etti.

Nasip, aradan geçen birkaç ay sonrasında, boşta kaldığı süre içerisinde yaptığı tüm borçları temizlemişti. Ancak bu arada, asıl maksadını Halil’in hissettiğini, en azından şüphelendiğini anlamıştı. Bu nedenle, her türlü yalakalık ve şaklabanlığı ortaya koyarak durumu kurtarmaya çalıştı. Arasını asıl Ahmet Salman’la iyi tutmaya gayret gösteriyordu ki, Ahmet gerçekten de herkesin yararına oluşmasını istediği bu birlikteliği gayet safça destekliyordu.

Sonra bir gün karısı Nasip’i terk etti. Nasip’in ortaya koyduğu bu yaşamdan hem memnun değildi, hem de kendine göre bir tarzmış gibi görmüyordu. Hiçbir talebi olmadan, Nasip’in hayatından çıktı gitti.

Nasip hayatın en büyük volesini yemişti. Hiç beklemediği bir anda ve şekilde karısını kaybetmişti. Bu şok, onun kötü günler geçirmesine neden olurken, Ahmet Salman’ın merhametini de daha çok kazanır olmuştu. Ancak ne vardı ki, Ahmet’in aşırı iyi niyetli bonkörlükleri ve hesapsızlıkları nedeniyle, Halil ile ortağı olduğu şirketin işlerinde de düşmeler gerçekleşmeye başlamıştı.

Bir müddet sonra da, yaklaşık 2 yıl boyunca sahip olduğu deneyimler ve Ahmet’in ona sağladığı imkanlarla yeni bir ortak bularak, en zor zamanında ona kucak açan şirketten ayrıldı. Artık bu şirketin de işleri iyi gitmiyordu ve Nasip’in bu şirketten elde edebileceği pek bir şey de kalmamıştı çünkü. En zor zamanlarında yanında olan ve ona sahip çıkan Ahmet ve Halil'e, gözünü bile kırpmadan sırtını döndü ve daha çok fayda sağlayacağını düşündüğü yeni bir ortaklığa, başka bir deyişle yeni bir ava dümen çevirdi.

(devamı olacak)

20 Şubat 2010 Cumartesi

Sigortacı ve köylü*

Arşak Gorobakyan, hayatını New York Hayat Sigortası Şirketi adına poliçe satarak kazanan ufak tefek bir adamdı. Yeni müşterilerine sık sık yirmi yıl boyunca üç yüz kişiye poliçe sattığını, bu güne kadar müşterilerinden iki yüz kişinin öldüğünü söylerdi. Bunu söylerken yüzünde hiçbir üzüntü ifadesi olmazdı. Bu sözler, hayatın ne kadar acı ve elem dolu olduğunu belirtmek için de söylenmemişti. Tam tersine, Gorobakyan’ın yüzündeki gülümseme gösteriyordu ki, ölen bu iki yüz kişiden bahsetmekle onun demek istediği, bu iki yüz kişinin Azrail’i kandırdığı ve aynı zamanda New York Hayat Sigortası Şirketi sayesinde çok para kazandıklarıydı.

“Hepsi de çok akıllı insanlardı” derdi yeni müşterilerine. “Senin gibi pratik ve zeki”…
Onlar, kendi kendilerine şöyle dediler: “Evet öleceğiz, bundan kaçış yok, öyleyse gerçekle yüzleşelim.”

Tam bu anda sigortacı, ceketinin iç cebinden birtakım grafikler ve istatistikler çıkarır, “İşte” derdi, “Gerçekler burada. Bugün kırk yedi yaşındasınız ve Allah’a şükür sapasağlamsınız; ama gerçekler gösteriyor ki, beş yıla kadar ölmüş olacaksınız.”

Beş yıl içinde ölerek yüklü bir miktar para kazanmanın heyecanını müşterisiyle paylaşmak ister gibi yumuşak bir gülümseme kondururdu suratına. “Bu beş yıl içinde” derdi, “şirketime ödeyeceğiniz paranın miktarı üç yüz seksen dolardır. Öldüğünüz zaman kazanacağınız paranın miktarı ise yirmi bin dolardır, yani tamı tamına on dokuz bin altı yüz on üç dolarlık bir kar söz konusu. Eh, bu da herhangi bir yatırım için oldukça iyi bir kar.”

Bir keresinde, beş yıl içinde öleceğine bir türlü inanmayan bir köylüye çatmıştı.

“On yedi, on sekiz sene sonra gel” diyordu köylü.

“Ama siz daha şimdiden altmış yedi yaşındasınız zaten” diyordu sigortacı Gorobakyan.

“Biliyorum” diyordu köylü, “Ama dolandırılmaya hiç niyetim yok. Ben daha yirmi sene yaşayacağım. Yeni yeni üç yüz zeytin ağacı diktim, onların iyice büyüdüğünü görmeden ölmeyeceğimi biliyorum ben. Dutlardan, narlardan, cevizlerden, bademlerden hiç bahsetmiyorum bile. Hayır, benim için böyle bir pazarlığa oturmanın zamanı gelmedi. Yirmi yıl daha yaşayacağımı biliyorum. Sana bir şey söyleyeyim mi?”

“Evet” demiş sigortacı.

“Yirmi değil, otuz sene yaşayacağım. Sen de kabul edersin ki, bu durumda ben kandırılmış olurum.”

Bizim satıcı sakin sakin konuşan kibar, ufak tefek bir adamdı, asla öfkelenmezdi. Köylüye cevaben, “Sizin sağlam yapılı biri olduğunuzun farkındayım” demiş.

“Sağlam yapılı mı?” diye kükremiş köylü, “Sana bir şey söyleyeyim mi?”

Sigortacı başını evet anlamında sallamış.

“Söylediğin çok doğru. Ben çok sağlam yapılı bir adamım. Ölüm mü? Neden ölecekmişim? Ne için hemşerim? Hiç acelem yok. Para mı? Evet, para güzel şey ama ben gene de ölmeyeceğim.”

Sigortacı sakin sakin sigarasını içiyor gibi görünse de içinde fırtınalar kopuyormuş. Adamlarını toparlayıp ümitsizce yeni bir hücum girişiminde bulunmaya çalışan, bozguna uğratılmış bir süvari subayı gibi:
“Ölmeniz mi?” demiş köylüye, “Allah korusun. Bütün hayatım boyunca hiç kimsenin ölümünü dilemedim. Hayat güzeldir. Yazın sıcağında yediğimiz karpuzun tadı bizi mutlu eder.”

“Bir şey söyleyebilir miyim?” demiş köylü.

Sigortacı yine başıyla onaylamış.

“Doğru söylüyorsun. Beni sevindiren şey, yazın yediğimiz karpuzun tadıdır ve akşam serinliğinde ağaç altında yenen ekmeğin, peynirin, üzümün tadıdır. Lütfen devam et.”

“Kimsenin bu tatlı hayattan ayrılmasını istemem” demiş sigortacı, “Ama yine de gerçeklerle yüzleşmeliyiz.”

Bir yandan da elindeki kağıtları sallıyormuş.

“Çılgın bir dünyada yaşıyoruz. Siz güçlü bir adamsınız. Karpuzun tadına varıyorsunuz. Şehirde yürüyorsunuz. Bir araba gelip size çarpıyor. Neredesiniz? Öldünüz gittiniz işte!”

Köylünün kaşları bir anda çatılıvermiş.

“Evet” demiş, “Otomobiller!”

“Allah korusun, bir kaza sonucu ölürseniz, iki katı para kazanacaksınız” diye eklemiş sigortacı.

“Allah’ın cezası otomobiller” demiş köylü, “karşıdan karşıya geçerken dikkatli olmam gerek anlaşılan.”

“Hepimiz dikkat ediyoruz” demiş sigortacı, “ama bunun bize ne faydası var? Her sene otomobil kazalarında, Büyük Savaş’ta bir senede ölenlerden daha fazla sayıda insan can veriyor.”

“Bir şey söyleyebilir miyim?” demiş köylü.

“Söyle” demiş sigortacı.

“Kendimi sağlama almak niyetindeyim. Galiba bir poliçe alacağım.”

“Bu çok akıllıca bir plan” diye yanıtlamış sigortacı.

Köylü bir poliçe satın almış ve ödemelerini yapmaya başlamış. İki sene sonra, bir gün sigortacıyı evine çağırmış, terbiye sınırlarını aşmadan bir güzel azarlamış. Yüzlerce dolar ödemesine rağmen, bir kere bile ölümün kıyısına gelmemiş olmaktan şikayetçiymiş, bu ona çok tuhaf görünüyormuş.

“Artık poliçeyi istemiyorum” demiş.

Sigortacı, iki sene prim ödedikten sonra poliçesini iade eden ve üç hafta sonra da bir kızgın boğa tarafından boynuzlanarak öldürülen adamın ironik hikayesini anlatmış. Fakat köylü bu hikayeden hiç mi hiç etkilenmemiş.

“Bir şey söyleyeyim mi?” demiş köylü, “beni boynuzlayacak kadar güçlü bir boğa daha anasından doğmadı. Boynunu kırarım onun. Hayır, sağol, sigortalanmak istemiyorum. Yüzlerce kez bir arabanın önünden geçmem gerekti, ama her defasında dikkatlice bir adım geri çekilip arabanın geçmesine izin verdim, oldu bitti.”

Bu hikaye on dört yıl evvel cereyan etmişti. Hekimyan adlı bu köylü bugün hala yaşıyor.


*William Saroyan’ın “Ödlekler Cesurdur” adlı kitabından alıntılanmıştır.