21 Haziran 2009 Pazar

Hayata bakış açısı ve ilkeler, içimizdeki yaratıcılığı ortaya çıkarabilir mi?

Değer vermek, değer bilmek, farkında olmak, bakıp görebilmek, yenilenme ihtiyacı, ilkeli olmak, doğuştan sahip olduğumuz duygular mıdır?

Akıllı, tembel, çalışkan, düzensiz, disiplinli, azimli, maymun iştahlı veya istikrarlı olmak, doğal yeteneklerimiz ya da yetersizliklerimiz midir?

Aynaya bakmayı, eksiklerimizi görebilmeyi biliyor muyuz? Hangi yeteneklerimizi geliştirebileceğimiz üzerinde düşünüyor muyuz? Bunların farkındaysak, iyileşmeye yönelik her hangi bir çabamız var mı? Yoksa sadece istiyor ama kılımızı bile kıpırdatmadan beyaz atlı prensi (veya prensesi) mi bekliyoruz?

Hayata bakış açısı ve ilkeler, içimizdeki yaratıcılığı ortaya çıkarmaya yardımcı olabilir mi?

İşte, tüm bu sorular üzerinde düşündükten sonra, dünyanın gelmiş geçmiş, bilinen en büyük dahilerinden Leonardo Da Vinci’yi, bir kez de Dr.Yılmaz Argüden’in yorumuyla tanıyalım…

“Leonardo Da Vinci, sadece dünyada yapılmış en iyi resimler arasında sayılan ‘Mona Lisa’ ve ‘The Last Supper’gibi eserleri meydana getiren bir ressam değil, aynı zamanda tanınmış bir mimar ve heykeltıraş; uçan bir makine, bir helikopter, paraşüt, bugün itfaiyecilerin kullandığı uzayan merdiven gibi buluşları olan mucit; gerçekleri kendisinden 400 yıl sonra ortaya çıkacak olan zırhlı tank, makineli tüfek, güdümlü mermi ve denizaltı gibi silahların planlarını yapan askeri mühendis; anotomi, botanik, jeoloji ve fizik alanında öncü çalışmaları olan bir bilim adamı ve nalı eliyle bükebilecek düzeyde güçlü bir sporcu.

Da Vinci, hayatını yedi ilkeye uyarak yaşamış…

İlk ilkesi, merak ve sürekli öğrenmek için bitmeyen bir araştırma güdüsüydü. O, bir şeyin çalıştığını öğrenmekle tatmin olmuyor; nedenini de bulmak istiyordu. Bu merakı, onu bir teknisyenin ötesinde bir bilim adamına çevirmişti.

İkinci ilkesi, hatalardan ders alma arzusuyla bilgiyi test etme dürtüsüydü. Bu ilke, kendi kendine öğrenebilme yeteneğini geliştirmesine yardımcı olmuştu.

Leonardo’nun üçüncü ilkesi, deneyimlerini daha canlı hale getirmek için tüm duyularını kullanmaya çalışmasıydı. İnsan, duyma, koku alma, tatma, dokunma ve görme duyularını geliştirdikçe yaşamdan daha çok zevk alır, çevresini daha iyi algılar ve daha hızlı öğrenir.

Dördüncü ilkesi, belirsizliği kucaklama duygusuydu. Belirsizlikle dost olmak ve şaşkınlığa dayanmayı öğrenmek, değişimin hızlanarak arttığı dünyamızda önemli bir yetenek haline geliyor.

Da Vinci’nin beşinci ilkesi, bilim ve sanat, mantık ve hayal arasındaki dengenin gelişmesi için beynin bütünüyle düşünmekti. Olaylara beynin sağ ve sol tarafıyla birlikte yaklaşmak, nicesel olduğu kadar niteliksel olarak da algılamaya çalışmak, insanı ve düşünceyi zenginleştirir.

Altıncı ilkesi, vücut ve zihin dengesini korumak ve geliştirmekti. İnsanın kişisel sağlığı için gücünü ve becerikliliğini arttırmak üzere düzenli olarak çalışması, onun hayatın başka alanlarındaki başarısına da katkıda bulunur.

Yedinci ilkesi ise her şeyin birbiriyle ilişkisini araştırmaktı. Bir bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Olayların ilişkilerini araştırmak, sistematik düşünmeyi ve bütünü daha iyi kavramayı getirir.”

‘Çalışma isteği geldiğinde, otur geçmesini bekle’ :-) anlayışı ile Da Vinci olunamıyormuş.

Ve başarılı olmak tesadüf değilmiş!
Böyle anlaşılıyor…

14 Haziran 2009 Pazar

Medya ve propaganda

“Propaganda, 20.yüzyılın hemen başlarında, özellikle siyasi etkinin sağlanmasında önemli bir faktör olarak öne çıktı.

Etkinlik alanını medya üzerine inşa edip yeterince güçlenince de, toplumun doğru ve yanlış değerlerini etkiledi, demokrasinin nasıl olması gerektiğini biçimlendirdi.

Medyanın, topluma gizli, dolaylı ya da doğrudan, ancak istemesini de sağlayarak kabul ettirdiği biçimlemeler ve 'güdümlü gerçeklik yaratılması'ndaki rolü, yeni yüzylda da değişmedi.

Daha incelikli yöntemlerle düşmanlarını şeytanlaştırırken, yandaşlarını melekleştirmekten vazgeçmedi. Medyanın sermaye, siyasetçi ve iktidarla ilişkisi, her geçen gün tarafların meşruiyetini daha çok kemiren bir sorun olarak ortaya çıktı. Buna bağlı olarak, etik kavramı da medyayla her geçen gün daha fazla ilişkilendirilerek tartışılmakta.”

Ünlü dilbilimci Noam Chomsky’nin, ‘Medya Denetimi’ ve ‘Medya Gerçeği’ adlı kitaplarında ortaya koyduğu, kitle iletişim araçlarının toplum üzerindeki etkisini, en kısa haliyle böyle özetlemek mümkün.

Siyasilerin ve siyaset dünyasının yüz yılı aşkın süredir bilinçli ve amaçlı kullandığı medya, şahısların, siyasetçilerin, şirketlerin ve kurumların mesajlarını geniş kitlelere ulaştırması için günümüzde de en etkin rolü üstleniyor.

Medya ve medya ilişkileri, herhangi bir hedef kitleyle çoklu bir iletişim kurma ihtiyacı doğduğunda veya bunun sürekliliği istendiğinde, ilk akla gelen ve etkinliği tartışmasız kabul gören bir seviyeye yükselmiş durumda.

Medyanın etkisi ve gücü üzerine kendimize şu soruyu sorabiliriz: “Kötü adamların film kahramanlarımıza yaptığı -şimdilerde pek masum kalan- hainlikleri izlerken bile gözyaşlarına boğulduğumuz Türk filmleri yıllarından, yüz binlerce kadın ve çocuğun üzerine Irak savaşı sırasında atılan binlerce bombayı, havai fişek gösterileri gibi izler hale dönüşmek için hangi süreçler içinden geçirildik acaba?”

7 Haziran 2009 Pazar

Başarılı yönetimlerin önemli gereklerinden biri: Sadakat…

Son yıllarda kurumsallaşmanın değeri artarken, iç iletişim olgusu da, daha konuşulur olmaya başladı. İç iletişim dediğimiz şey, kendiliğinden oluşmasını beklediğimiz bir mucize değil. Bir işlerin gerçekleştirilmesiyle ilgili kısmı, yani profesyonel yanı vardır; bir de birbirimizle olan iletişim kısmı, yani sosyal tarafı.

Her birimizin, en yakın mesai arkadaşlarımızla, alt çalışanımızla, yöneticimizle, diğer bölüm çalışanlarıyla, müdürümüzle olan iletişimsel tavrımız, tarzımız ve ölçümüz belirler; sağlıklı ya da sağlıksız kılar, şirket içi iletişimin sosyal olan tarafını.

Çalışma hayatının, aynı zamanda sosyal hayatımızın önemli bir parçası olduğunu unuturuz bazen. Oysa, günümüzün çoğunu geçirdiğimiz, kalıcı arkadaşlıklar edindiğimiz, diğer sosyal aktivitelerimizi, hatta yaşam şeklimizi bile ona göre belirlediğimiz bir dünyadır çalışma hayatı. Bu nedenle, seviyeli tutmak gerek iletişimimizi; birbirimize karşı duruşumuzu.

Sürekli şikayet haliyle dolaşan insan tipi vardır mesela. Çalıştığı yer hakkında, diğer çalışanlar hakkında teoriler geliştirir. O iyidir, beğenmez, hep doğruyu bilir, diğer her şey yanlıştır.

Mutsuzu oynamayı sever, işin kötüsü bunu etrafına da sirayet ettirir ve başkalarını da mutsuzlaştırır. Sanki onu şirkette zorla tutuyorlarmış, başka çaresi yokmuş gibi bir tarzı vardır. Bu karakterlerin görevi, sürekli çatışmak ve diğerlerinin mutsuzluğunu sağlamaktır. Böyle doyum sağlar ve beslenir. Gözleyin, yaptığı işte de yeterince başarılı değildir. Zaten bu yüzdendir, dikkatleri başka yerlere yöneltme telaşı.

***

Ticari yönetim ve çalışan yapılanmaları, bir şirketin ve çalışanlarının geleceğini garanti altına alabileceği gibi, sekteye uğratmada da birinci derecede etken olur. Her şeyin şekil değiştirip yeni anlayışlara dönüştüğü günümüzde, baskıcı ve hiyerarşik yönetim biçimleri, işletmecilik tarihinin tozlu yaprakları arasında kalırken; katılımcı ve yaratıcılığı teşvik eden tarz, geçerli ve kabul edilen olarak öne çıktı.

Başarılı yönetimlerin önemli ihtiyaçlarından biri sadakattır. Bu duygunun etkin olduğu şirketlerde, çalışan için potansiyel bir huzur gelişir. Hem şirket hem de çalışan için bir güven tesis olur. Her şirket, kurum ve kuruluş için gereklidir. Peki, herkes için çok önemli olan bu vasıf, aynı zamanda olumsuzluklara da yol açabilir mi? Hemen akla gelen ve dikkat etmemiz gereken iki tehlike var.

Birincisi; oluşabilecek fazla güvenden dolayı rehavete kapılabiliriz. Üretkenliğimizde kayıplar, azalmalar söz konusu olabilir, doygunluklar gerçekleşebilir. Ve profesyonel iş hayatı bunu kaldırmaz, kaldıramaz. Çünkü zararı, işletmeye olduğu kadar diğer çalışanlaradır aynı zamanda; kaybolan telafi edilmelidir.

İkincisi; kendimizden bir canavar yaratabiliriz. Bilerek veya farkında olmaksızın, alt ve üstlerimize tahakküm kurmaya yönelebilir, kendimizi vazgeçilmez hissedebiliriz.

Özel ya da kamu, hangi işletme olursa olsun, sadakat yozlaştırıldığı, genel işleyişin önünü tıkadığı zaman işe yaramaz hale geliyor, anlam ve yararını kaybediyor.

Sağlıklı sadakat ise başarılı yönetimlerin altını dolduruyor ve başarının devamını sağlayan doğal bir vazgeçilmeze dönüşüyor.



Ekim 2007

Mesajlarımızın özü ve tarzı, iletişimdeki başarımızın temel ölçütleridir.

- “Ne istediğini açıkça dile getirmeni bekliyorum senden”
- “Ne kadar ciddisin, anlayamıyorum”
- “Tam olarak ne istiyorsun, kavramış değilim”

İletişim kopukluğu ile ilgili tepkiler, her zaman böyle yüksek sesle dile getirilmez. Bazen herhangi bir mimik ya da davranış şekli, bunun belirtisidir.

***
İş yaşantımızda, karşımızdaki insanlara kırıcı davranmaktan kaçınır, daha sorunsuz ilişkileri tercih ederiz. Yanlış izlenim uyandırmaktan korkar, olabildiğince dikkatli iletişim kurmaya çabalarız. Ancak bazı özelliklerimiz vardır ki, temel yargılar edindirmemize neden olurlar.

Dış görünüşümüz, kullandığımız dil ve zamana gösterdiğimiz özen (gecikme, uymama) gibi unsurlar; insanları ciddiye aldığımız, onların düşüncelerine önem verdiğimiz, konuya yeterli ilgi gösterdiğimiz ya da bunların hiç birini yapmadığımız anlamında mesajları, biz farkında olmaksızın yayarlar.

Bu mesajlar, doğru izlenim yaratma konusundaki en büyük engellerimizdir ve mutlaka düzgünleştirilmesi gerekir. Doğru iletişim kurmak, kendiliğinden gerçekleşen bir olgu değildir. Yaydığımız mesajların özü ve tarzı, iletişimdeki başarımızın temel ölçütleridir.

Eğer iletişim kurduğumuz kişiyle ilgili yargılarımız var ise aldığımız mesajları yorumlarken, bu yargıların etkisi altında kalmamız, neredeyse kesindir.

Bu durum, bizim mesajlarımız için de geçerlidir. Bıraktığımız izlenimler ve bunları yineleyerek pekiştirmemiz sonucu oluşturduğumuz yargılar, mesajlarımızın nasıl algılanacağı yönündeki temeli oluştururlar.

***
Sıkıntılı bir durum hakkında konuşurken veya bizden bir sorun hakkında bilgi istenirken; genellikle söze, “açık konuşmayı severim” ya da “ben açık sözlüyüm” diye başlarız. Bazen biraz da sert bir dışavurumla “açık konuşayım…” diye gireriz konuya. Acaba niçin böyle söyleme gereği duyarız?

Düşüncelerimizi ya da anlatmak istediklerimizi; doğru zamanlarda, doğru yerlerde ve zaten açıkça ifade etmezsek, etkili bir iletişimi nasıl kurabiliriz?

Düşünceleri iletebilmek ve alabilmek karmaşık bir süreçtir ve (konuşmak, dinlemek, ikna etmek, öğrenmek, öğretmek, tartışmak gibi) birçok etkinliği içerir. Bunları yapabilmek için yetenek ve becerilerimizi geliştirmemiz şarttır.

Etkin iletişimi sağlayan en temel şart ise insanları önemsemek ve buna uygun davranmaktır.

Nisan 2007