31 Ağustos 2009 Pazartesi

Algıda seçicilik...

"Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin..." demiş, adı önemsiz bir kızıldereli.

“Algıda seçicilik” derler ya.

İyi ve kötü etkileri, bağlı sonuçları vardır.

Seçmek ve odaklanmak, başarıya giden yolun temelidir. Kitlendiğimiz konu, bizim için amaçtır; her çabamız onadır. İlgimiz, yoğun haliyle seçtiğimize, onu elde etmeye, onu yaşamaya ve anlamaya doğrudur.

Yaşamın iyi yönleri olarak algıladıklarımıza, belki de yaşantımıza henüz girmemişlere odaklanır, bu yolla kendimizi iyi hissedebiliriz…

Veya…

Diğer her şeye duyularımız kapanır. Gözümüz, seçtiğimizden başkasını görmez; duymaz, hissetmeyiz. Adeta sınırlarız kendimizi. Diğer renkler, varlıklar, sesler, farkına bile varmadığımız ayrıntılardır sadece.

Neleri kaçırdığımızı belki de hiçbir zaman bilemeyiz…

Dr.Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken, onlara şu olayı okur : "Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Ancak nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Salyalarından dolayı üstü başı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.

Bu olayı okuduktan sonra Ruskin, öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler. Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırır.

Daha sonra Ruskin, hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar.

Fotoğraftaki, doktorun altı aylık kızıdır..

25 Ağustos 2009 Salı

İki şey…

Geçmiş ilişkilerin sonucudur, yeni başlayan ilişkilerde, korkuların her iki cinsin üzerindeki kaçınılamayan baskısı.

Yeni sevgili adayına verilen ilk tepkilerin kaynağıdır, edinilmiş bu korkular.

“Sakın fazla yaklaşma” komutu, beynin kendine tekrarladığı ilk fısıltıdır.

Bağlanmaktan, kaybetmekten, aldatılmaktan, yeniden yalnız kalmaktan tırsılır…

Başlanır, eski ilişkilerdeki dertlerin yeni sevgiliye anlatılmasına; “lütfen sen de beni üzme” hatırlatmasının sıkça dile getirilmesi de ihmal edilmeden.

Ne yani…

Hem korkar hem vazgeçemeyiz durumu mu?
Hem yeni sevgilinin suçu, günahı ne; niçin yüklenir eskilerin ağırlıkları onun omuzlarına?

Ama insan yaradılışı bu, aşksız da olunmaz, sevgisiz de…

Hele ‘Korkular’sız hiç olunmaz.

İşte bu nedenledir, sevginin, saygının ve güvenin zor tesis edilmesi; öyle “ha” deyince olamaması.

Kuşkularımızın, duygularımızla harmanlanması; beynimizin “sakın fazla yaklaşma” fısıltısı, hep bu yüzdendir.

Yine bir Cemal Süreya şiiri, özetliyor durumu galiba…

“iki şey; aşk ve şiir
bunlar kuşkuyla çiftleşir,
bir şey eksiktir sanki
ve vakit vardır daha
ikircikler içinde
sallamaz Eflatun’u
çünkü pazarlık
biraz bilgi işidir,
çığlık çünkü
avurtlarından değil
iliklerinden kopar
...........................
iki şey; aşk ve şiir
mutsuzlukla beslenir biri
biri ona dönüşür

ikisi de
düzeltilmez
gelişir.”

Bir de, arkadaşlarımız vardır; psikologumuz, koruyucumuz ve danışmanımız rollerinde.

Herkesin ilişkisi pek bir yolundadır ya, onun için pek severiz tecrübelerimizi birbirimizle paylaşmayı. Aldığımız dersleri birbirimize aktarırız sözüm ona, tavsiyelerde bulunuruz.

Kim neyi yanlış yapmış, neymiş doğru olan…

Yine arkadaşlarımız vardır.
Tanışmamız gereken ve tanıştırılması lazım arkadaşlarımız.

Başka türlü nasıl kabul görür ki ilişki…

Duygular mı?

Ismarlama olanları mı?..

12 Ağustos 2009 Çarşamba

71=17 midir?

Günlerdir konuşulup tartışılıyor.

71 yaşında bir adam, 17 yaşındaki kızla evlen(ebil)ir mi?

Halis Toprak ve Nazlıcan Tagizade’nin evliliklerinden söz ediyorum; ekonomi yazanından magazin yazanına, her konu yazarının kaleminde olan evlilikten.

Belki, Halis Ağa’nın isteği de budur: Ahir ömründe yeniden gazetelerin başköşelerinde yer almak, o TV kanalı senin, bu TV kanalı benim dolaşıp ekran yüzü olmak.
Konuşulmak, ilgi görmek, eski günlere dönmektir asıl maksadı.

Belki, bu yolla hükümetle olan sıkıntılarını dile getirmek, TMSF ile olan hesabını çabuklaştırmak niyetindedir Halis Ağa.

Nitekim çabuklaştırdı da…
Ancak sonuç, onun beklediği gibi gerçekleşmemiş olabilir. Zira devlet, altındaki cip dahil bütün mallarına el koydu.

Belki de hiçbir amacı yoktu Halis Ağa’nın, içinden geldiği gibi davrandı ve aşkını evlilikle süsledi.
Peki, “71 yaşındaki adam, 17 yaşındaki kıza aşık olabilir miydi?

Çan eğrisini duymuşsunuzdur. Hani, okullarda başarı ölçer olarak kullanılan notlama sistemi.

Aynı ölçü yaşama da uyarlanmıştır, bilirsiniz…
Yaşamın çan eğrisi “bebek-çocuk-yetişkin-çocuk-bebek” olmaktır ya.

Böyle bakarsak, Halis Ağa ve Nazlıcan aynı yaşta olmuyorlar mı? Biri eğrinin bir tarafında, öteki diğer tarafında durmuyor mu? Öyleyse niçin bunca tepki, bu gençlere ya da yaşlıcıklara.

Biz bu çan eğrisinin, yaşama dair olanının tarifini, bir de Prof. Dr. Albert Follanberg'ten alalım…

“Çan Eğrisi Ve Başarı”

4 yaşında başarı ..................pantolonuna işememektir.
12 yaşında başarı ...................arkadaş bulabilmektir.
16 yaşında başarı ...................araba kullanabilmektir.
20 yaşında başarı...................seks yapabilmektir.
35 yaşında başarı ...................para kazanabilmektir.
50 yaşında başarı ...................para kazanabilmektir.
60 yaşında başarı ...................seks yapabilmektir.
70 yaşında başarı ...................araba kullanabilmektir.
75 yaşında başarı ...................arkadaş bulabilmektir.
80 yaşında başarı...................pantolonuna işememektir.


Halis Ağa ile Nazlıcan’ın evlilikleri tartışıladursun, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verileri, çiftin bu konuda yalnız olmadıklarını gösterdi.

TÜİK’in istatistiklerine göre, 2001-2007 yılları arasında Türkiye'de 4 milyon 150 bin 972 çift hayatlarını birleştirmiş.

Aynı istatistiklerde ortaya çıkan diğer bir sonuç ise, bu yıllarda 16-19 yaşları arasındaki 185 kızın, 60 yaş ve üzeri erkeklerle dünya evine girmiş olması.

“Çan Eğrisi” mi, “Toplumsal Bir Eğri” mi, varın siz karar verin...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Aidiyet…

Benzer olma ihtiyacı ve farklı olma ihtiyacı...

Birbirinin tam tersi, ancak birbirini tamamlayan iki dürtü. Her ikisini de isteriz, ikisi de bizi heyecanlandırır. Bir gruba veya oluşuma ait olarak benzeme duygumuzu yaşarken; başka bir grup ya da oluşumdan farklı olma duygumuzu da aynı zamanda tatmin ederiz.

Koyu Fenerbahçeli oluruz, fanatik bir şekilde sanatçı hayranlığı ediniriz; hiçbir kazancımız yoktur ama onlar için ölürüz bile.

Tuttuğumuz parti için yapmayacağımız şey yoktur. Yanlış politikalar da gütse hep peşindeyiz, sorgulamayı dahi istemeyiz.

Ülkemiz, milletimiz, ailemiz için de öyle…

Ait olma duygusunun gücü bu, aidiyet duygusunun.

Kimi zaman da korkularımız için korunaktır aidiyet duygusu. Korkularımızı yenebilmek için destek aldığımız, başka insanların korkularından güç aldığımız ortak bir sığınak.

Belki de insanın ve diğer canlıların, yaşam alanını paylaştıkları yeryüzünde, türlerini devam ettirebilmeleri için gerekli bir dürtüdür, ait olma duygusu.

Aidiyet duygusunun gücü, aklımızı başımızdan alır kimi zaman. Bazen farkında bile olmaksızın, olmak istemediğimiz kişiye dönüştürür bizi.

Karşımızdaki kendi görüşümüz ya da görünüşümüzde değilse; onu bir sınıfa veya gruba aitlemek ve ithamlarda bulunmak, aslında kendi ait olduğumuzu savunmak, öne çıkarmak ya da korumaya çalışmak değil midir?

Elbette sağlıklı olanı, kendi özgünlüğümüzü fark edebilmek ve bunu yaşayabilmektir. Ancak, kendini bulunduğu ortama, oluşuma ve zamana ait hissetmeyen kişinin, mutlu olması için asıl sebep, hep eksik olacaktır.

Her bir insan olarak çeşitli duygu, görüş, düşünce, eğitim, inanış, sosyal çevre, ideoloji, ekonomik durumlara sahibiz ve aidiyet duygumuza yönelik tercihlerimizi, bu özelliklerimiz belirler. Olması gereken, akıl düzeyinde kalabilip farklılıkları kabul ederek sağlıklı tepkiler geliştirebilmektir.

İdeal olan, bir taraftan benzer olmanın rahatlığını yaşarken, diğer taraftan içimizdeki gücü bulmanın, yani farklı olmanın keyfini hissedebilmektir.

Yaşamın basit kurallarındandır: Her seçim bir vazgeçiştir ve gerçekte daima kendi seçtiklerimizle yaşarız. Seçmediğimizden vazgeçtiğimizi kabullenemesek de, tercih sonrası yaşantımızı, seçtiğimize göre kurarız.

Ünlü şairimiz Cemal Süreya’nın, aidiyet duygularını dile getiren şiirinden alınan bir dörtlükle sonlandıralım aidiyete dair yazımızı…

“Sokağımsan,
Ben anahtarı çevirdiğim zaman,
Kapanan evin kapısı değil,
Senin kapın olsun açılan.”

2 Ağustos 2009 Pazar

Yan bahçeyi dışarısı kabul eder, oradakileri bizden daha mutlu hayal ederiz…

İstanbul Bilgi Üniversitesi ve insankaynakları.com’un birlikte gerçekleştirdiği “İdeal İşyeri Araştırması”, bilinen ancak ölçülmemiş bir gerçeği ortaya çıkardı:
“Türkiye’de çalışanlar, işyerlerinde, işe alımlarda ve terfilerde, tarafsızlığın yeterli düzeyde olmadığına ve yaptıkları işin karşılığını, maddi ve manevi alamadıklarına inanıyor.”

Bu araştırmanın sonuçlarına dair bir yazıyı okurken, şirketimizin ilk kurulduğu yıla, 1999’a döndüm. İlk yıllardaki şirket toplantılarımızda birçok kez dile getirdiğim düşünce şuydu:

“Şirketler hasbelkader birileri tarafından kurulurlar, ancak onların asıl sahipleri çalışanlarıdır.”

O zamanlar ülkemiz için çok yeni olan bu yaklaşım, henüz anlaşılmaya uygun değildi. Belki de bazı arkadaşlarım, bunun sadece motive etmeye yönelik bir söylemim olduğunu düşünmüşlerdir.

Şirketimiz, bu anlayışla yola çıkarken, ne yazık ki bazı hesap dışı olaylara maruz kaldı.

Kuruluşumuzun henüz başındayken, o yıl gerçekleşen İzmit depremi; ardından 2001 yılında tüm Türkiye’yi etkisi altına alan ve Cumhuriyet tarihimizin en ağırlarından biri olan ekonomik kriz, amacımıza yoğunlaşmamızı engelledi ve geciktirdi. Biz ve bizim gibi yeni kurulmuş şirketler, bir anda neye uğradığımızı şaşırdık ve zorlu geçen birkaç yılda adeta bir savaş gerçekleştirdik.

2001, 2002 ve 2003 yıllarında Türkiye’deki tüm şirketlerin tek hedefi vardı; ülkemizle sınırlı bu ekonomik krizden sağ olarak kurtulmak. Bu süreç içerisinde birçok şirket ticari hayatına son verirken, savaşı kazanan bizim gibi şirketler ise hızla büyümeye başladılar.

***

İş yerleri, zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz ve sosyal hayatı ailelerimizden fazla arkadaşlarımızla paylaştığımız yaşam alanlarıdır.

Şirketlerin kurumsallaşma süreçlerinde, çalışanlarını mutlu etmeye yönelik adımlar atması gereğinin bir nedeni de budur veya bu olmalıdır.

Diğer yandan profesyonel iş hayatımızda, maddi ve fiziki memnuniyetsizlikler sürekli söz konusu olacaktır. Bunun haklı ve haksız gerekçeleri vardır. Ancak bir şey vardır ki, yaradılışımızda mevcuttur:

“Yan bahçeyi dışarısı kabul eder, oradakileri bizden daha mutlu hayal ederiz…”

İşte bu nedenle; kendimizi, önce kendi kurguladığımız duvarlar ve kilitler arasına hapsetmekten, sonra da bu duvarlar arasından dışarı çıkarmaya çalışmaktan kurtarmalıyız.

Artık her şeyin pek çabuk bozulduğu, hemen tüketildiği ve insanların kolayca saf değiştirebildiği günümüz iş dünyasında; sevgi ve saygı ile neyi, ne kadar çözümleyebiliriz, üzerinde düşünmek gerek…