28 Aralık 2009 Pazartesi

Her milletin beyazı, beyazlığını bir şekilde yaşıyor…

Avrupa’daki göçmen Türkler’in beyaz olanları vardır; iyi yaşayan, lüks yerleri mesken tutan, çoğu Türkün gidemediği mekanlarda eğlenen.

Bu gurbetçi beyaz Türkler, diğerlerinin aynı mekanlarda bulunmasını bile istemezler. Alman, Fransız, Hollandalı veya Avusturyalı arkadaşlarıyla daha bir anlaşır görünür, koyu sohbetlere girişir, ayrıcalıklarını doyasıya yaşarlar. Kendi aralarında ise birbirleriyle gururlanır, ev sahibi ülke insanlarını alaya alırlar; diğerlerini, yani gurbetçi ezik Türkleri ise kaale almazlar.

Avrupalı arkadaşlarının zaman zaman tekrarladığı “Sen diğerlerine benzemiyorsun” lafından pek hoşlanır, farklı olduğunu hissetmenin keyfini duyarlar.

Oysa bunu söyleyen Fransız dostunun, onu böyle pohpohlarken, kendi seviyesinin altında tuttuğunun ayırdına bile varmazlar. Sen bize benziyorsun anlamına gelen bu söylemin, “bize benzeyerek değerini yükseltiyorsun” anlamına da gelebileceğini düşünemez ya da düşünmek istemezler.

İstanbul’un seçkin semtlerinden birinde, lüks bir lokantada oturan bir grup genç kürtle karşılaştım geçenlerde. 5 kişiydiler. Kazançları, halleri vakitleri yerindeydi, belli. En gençlerinden birinin kulağında küpe vardı. “Bizim yeni parti BDP mi oldu şimdi” diye sordu. DTP kapatılalı henüz birkaç gün olmuştu. “Evet, öyle olacak” diye cevapladı içlerinden bir diğeri.

İki dakika kadar sonra ise konu şuraya dönmüştü: “Senin arabanın markası, bizim kimyamızı bozuyor.”

Böylece diğerleriyle, yani ezik kürtlerle farklarını da ortaya koymuş oldular(!), bu beyaz Kürtler.

Bir anda Avrupa’daki beyaz Türkler’i anımsadım…

"Ben kürdüm" modası almış başını gidiyor şimdilerde. Nerdeyse her sohbetin ortasında geçiyor.

“Ben kürdüm, daha sekiz yaşında bir çocuktum, Kürtçe konuştuğum için dayak yedim öğretmenimden” diyor Bahri, katıldığı bir ortamda, yeni tanıştığı insanlara. Sonra da Kadıköy Vergi Dairesi'nde nasıl rekortmen olduğunu anlatıyor. Ortam hemen reaksiyon gösteriyor, oradaki birçok kişi bir anda Kürt oluveriyor ve başlanıyor çeşitli anıların anlatılmasına.

Kürt olduğunu dile getirmeyen bazı misafirler ise bir anda mahcup duruma düşüyor, kendini kötü hissediyor. Bazıları ise hak veriyor, anlayış gösteriyor. Sonrasında işler şakaya vuruluyor ve eğlenceye devam ediliyor.

Her milletin beyazı, beyazlığını bir şekilde yaşıyor.

20 Aralık 2009 Pazar

Hayata dair...

Bize değer verenleri ağlatır, vermeyenler için ağlarız...
Bizim için hiç ağlamayacaklara değer veririz...
Garip ama gerçek...
Bir kez bunu anlasak,
değişmek için hiçbir şey geç değil...

Uyandığında iki seçeneğin olur;
tekrar uyuyup bir rüya görmek,
ya da uyanıp rüyanın peşinde koşmak...
Hep meşgulsen, hiç müsait olamazsın...
Hep zamanının olmadığını söylersen, hiç zamanın olamaz...
Hep “yarın yapacağım” dersen, yarın hiç gelmez...
(...)

Herakleitos

6 Aralık 2009 Pazar

Değişmek, hayatın neresinde olduğumuzun ölçüsü müdür?..

Elde ettiklerimizden vazgeçip yenisine yönelmek midir değişmek,
veya üzerine katıp yeniden yoğurmak mıdır kendimizi?

Hiç durmadan değişen günümüz dünyasına katkıda bulunmak,
Ya da uyum sağlamak zorunluluğu mudur?

Sahi, zorunlu mudur değişmek,
Eskiden vazgeçmeyen, eskimiş anlamına mı gelir?

Kolay mıdır değişebilmek,
eski eşyalarınızı verip yenisini almak gibi bir şey midir?

Gerekli midir,
sizi tazeler, yeni bir enerji mi katar?

Değişenlerle değişmeyenlerin arasına mesafe mi girer,
araları mı bozulur, eski dostlar olsalar da?

Eskiyi mi unutturur,
unutmalı mıdır eskiyi?

Değişme olmazsa, gelişme olmaz mıdır,
gelişme bizi geleceğe mi taşır?

Bir içgüdü müdür,
doğanın her baharda yenilenmesine mi benzer?

Yeniyi kabul etmek midir değişmek,
ya da eskiden bıkmış olmak mıdır?

İleriye doğru yol alabilmek için,
bilinmeyene kucak açabilmek midir?

Gücü korumak,
bayrağı elde tutmak mıdır?

Bir ölçü müdür değişmek,
hayatın neresinde olduğumuzu mu gösterir?

Akıntıyla yüzen ölü bir balık olmamak için mi,
gereklidir değişmek?

22 Kasım 2009 Pazar

Çocuklar...

Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları.
Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler
Ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller.
Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Siz ise yarını düşlerinizde bile göremezsiniz.
Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları
Kendiniz gibi olmaya zorlamayın.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde kıvançla eğilin
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.

Halil Cibran

8 Kasım 2009 Pazar

Satır arası...

İnsanlar bir şeyleri anlatırken, dile getirdikleri vardır, bir de söylemedikleri. İşte bu söylenmeyenleri, dile getirilenlerin satır aralarında bulmak mümkündür.

Yeni gazeteci Helin Avşar, 1 Kasım tarihli Habertürk gazetesinin, Pazar ekinde yayımlanan röportajında Demet Akalın’a soruyor:

- Erkek arkadaşlarınızdan hiç şiddet gördünüz mü?
- Benim için şiddet laftır. Bir sözün de beni vuracağı iki nokta vardır. Oradan girdiği an, her şeyim dağılır.
- Peki bilirler mi, o noktalarınızı?
- Ancak uzun ilişkilerimde bilirler.
- Siz hiç kimseye şiddet uyguladınız mı?
- Yok. Ama telefonda güzel kafa şişirdim. En büyük şiddetim nedir? Evi terk ederim.

Şimdi burada, satır aralarından okuyabileceklerimiz nelerdir?

1. Demet Hanım’ın uzun ilişkileri olduğu gibi, kısa ilişkileri de olduğunu,
2. Birden çok uzun ilişki yaşadığını,
3. İlişkilerinin sıklıkla değiştiğini,
4. Bunların arasında uzun denilenlerin, ortalama maksimum 2-3 yıl gibi bir süreyi kapsayacağını,
5. Zafiyetlerinin, en fazla bu süreler içerisinde karşı tarafça çözüldüğünü.
6. Son olarak da, sevgiliye verdiği en büyük cezanın, onu kendisiz bırakmak olduğunu,

okuyabilir; böylece söylenmişlerin yanında söylenmemişleri de anlayabiliriz…

Sevgililerinin, Demet Hanım’ın zafiyetlerini yaşanan sürenin ortalama neresinde, altıncı ayında mı yoksa birinci yılında mı çözdüğünü bilemeyiz tabi. Bu sanırım, biraz karşı tarafın yeteneklerine de kalıyor.

Bu satırların arasından okuyamayacağımız başka bir şey de, zafiyetler ortaya çıktıktan hemen sonra mı, yoksa sevgiliye belli bir süre tanınarak mı ilişkinin sona erdirildiği.

Bu da muhtemelen, sevgilinin öğrendikten sonra zafiyeti kullanıp kullanmadığına; kullanıyorsa hangi sıklıkta ve şartlarda kullandığına endekslidir.

Söylenmeyenler arasında saptayabileceğimiz bir diğer şey ise; ülke çapında genç hayranları olan bir yıldızın, özellikle bu genç insanların bilinçaltına, bilerek veya farkında olmayarak, toplumsal kabullere aykırı bir mesaj yolladığıdır.

***

Aşağıdaki telefon mesajında, satır arasında okunabilen, dile getirilmeden anlatılan nedir?
“Sen benim şu ara en beğendiğim, en zeki bulduğum erkeksin (veya kadınsın)!”

Doğru bildiniz. Anahtar sözcük: “Şu ara.”

Meali: Senden önceki(ler) bitti. Şimdi revaçta olan sensin, bu da ne kadar sürer bilemem.

Bu SMS mesajı bir iltifat mıdır, ilişkiye hakimiyet çabası mıdır veya aslında ilişkiye verilmeyen değer midir, yorumlayana kalmış…

26 Ekim 2009 Pazartesi

Korku satan metan gazları…

Tek harf anlam değiştirir ya; yazının başlığı şöyle olabilirdi mesela:
“Koku salan metan gazları.”

Ancak herhangi bir yazım yanlışlığı yok ve başlığa yüklemek istediğim ifade, yazıldığıyla aynı.

Metan gazı, insan ve hayvan dışkısı, bitkilerin sapları ve otlar gibi organik maddelerin mayalanmasından oluşan bir gazdır.

Diğer yandan ise atmosfere kötü etki eden sera gazlarındandır. Büyük çöp alanları, doğalgazın yakılması gibi yollarla ve büyükbaş hayvanlar tarafından havaya salınır...

Gazın, doğal olan hiçbir emisyonu doğaya zarar vermez.

Ancak sanayi atıklarından, doğru yakıtı tüketmeyen araçlardan, endüstriyel hayvan çiftliklerinden ve yoğun elektrik üreten santrallerden kaynaklı emisyonlardan oluşan kısmı da vardır.

İşte asıl zarar veren, benim de sözünü etmeğe çalıştığım cinsi budur.

Bilim adamları küresel ısınmayla mücadele edebilmek için atmosfere zararlı bu cins gazların kontrol altına alınmasını salık verirler.

Metan gazı ile ilgili bu kadar bilgiyi hatırlattıktan sonra gelelim korku satmaya…

Gerilimi arttırmak; havayı puslandırıp karşındakini ürküterek kontrolü ele geçirmeyi denemektir korku satmak.

Çalmak gibi korku satmak da, kazanca en çabuk ulaştıran yollardan biridir. Korkutmayı becerenler istediklerini kolayca alırlar, korkanlar ise birer oyuncağa dönüşür.

Tarihin eski yıllarında, sosyalleşme sürecinin en ilkel olduğu zamanlarda, en geçerli yöntemlerdendi, karşındaki korkutarak elindekine sahip olmaya çalışmak.

Günümüzde yöntemler biraz şekil değiştirdi belki ama aynı ilkelliği sürdürenlerin sayısı hiç de azımsanacak gibi değil.

Şimdilerde korku satan ucuz kahramanların yeni bir adı var: “Antisosyaller”.
Başka bir deyişle “şehir eşkiyaları”.

Her durumda haklıdırlar, tüm öncelikler onlar içindir, en iyiyi yaparlar ve bütün ilginin onlara yönelik olma mecburiyeti vardır. Konularında yetenekli ve yetkin olup olmamaları ise önemli değildir, çünkü onlar öyle olduklarını sanırlar.

Toplumsal hayatın her alanında karşımıza çıkarlar.
Trafikte, konserde, stadyumda, iş dünyasında…

İş dünyasında yoklar diyorsanız, fena halde yanılırsınız; çünkü magandaların ağababaları asıl buralardadır. İyice nemalanmış olanları arasında sosyetik olmaya özenenleri bile vardır. İyi giyinmeye çalışır, iyi yerlerde yer ve eğlenirler. Korku ticaretinden iyi para kazanmışlardır çünkü. Ancak açlıkları hiç bitmez.

İşadamı kılığındadırlar.

Tehdit, şantaj, güç gösterisi gibi korku satma enstrümanlarını iyi çalabilme konusunda epey beceriklidirler.

Zorda kaldıklarında gıy gıy…

Ve zamanla metanlaşırlar.

Metan gazı çöplüklerde ve bataklıklarda oluşur.
Zamanla…

Metanlar havayı puslandırmada mahirdir.

Kurtlarsa puslu havayı sever…

11 Ekim 2009 Pazar

"Asla yalnız yürümeyeceksin..!" ("You will never walk alone..!")

Dayanışma ve destek duygusunun insana verdiği hazzı, bu denli kifayetli dile getiren başka bir şarkı var mıdır?

Varsa da; aynı içerikli şarkıların arasında 'Asla Yalnız Yürümeyeceksin'in yeri ayrıdır ve şüphesiz ilk sırayı alır.

Öyle olmasa, Frank Sinatra’dan Ray Charles’a, Elvis Presley’den Tom Jones’a, onlarca üst düzey yorumcu tarafından seslendirilir miydi?

Ünlü İngiliz futbol klubü Liverpool'un taraftarlarının, 1980’li yıllardan itibaren takımları için seçtiği bir marştır da bu şarkı…

2005 yılının Mayıs ayında İstanbul, çok önemli bir ‘Şampiyonlar Ligi’ finaline ev sahipliği yapar. Finalistler, Liverpool ve İtalya’nın güçlü takımlarından Milan'dır.

İlk yarı Milan’ın 3-0 üstünlüğüyle sona erer. İtalyan’lar kupadan artık emin gibilerdir.

İkinci yarı başlarken, Liverpool taraftarının takımına olan inancını söze döken bir şarkı çıkar sahneye. Liverpool taraftarı, birlik olmuş haykırmaktadır:

"Hayatın yollarında
Güneşin ışıkları da vardır, yağmur da
Güller de vardır, dikenler de…
Kahkaha da, sancı da
Kilometrelerce yürürken
Çok sert dağlar da çıkar önüne,
Çöller ve çok derin vadiler de.
Bazen çok hoştur yürüyüş.
Bazen fırtınalar eser…
O fırtınalı yollarda
Mucizeler de vardır, korkular da.
Sevgiyle coşarsın hep
Bazen göz yaşların damlar.
Bazen eğilirsin, bazen geriye düşer.
Hatalar yapılmak içindir,
Dersler öğrenmek için.
Ama istiyorum ki hiç unutma…
İstiyorum ki hep bil…
Asla yalnız yürümeyeceksin.
İnandığın sürece!.."

Maçın sonucu mu?
Bildiğiniz ya da tahmin ettiğiniz gibi...

Liverpool, 2005 yılının ‘Şampiyonlar Ligi’ şampiyonu oldu.

27 Eylül 2009 Pazar

Genç Fotoğrafsızlar ne düşünüyorlar?

Döneminin ünlü dergisi “Yön”ün, 23 Nisan 1965 tarihli sayısında Muzaffer Erdost’un, yukarıdaki başlığı taşıyan bir röportajı yayımlandı. Röportaj, Çorum’un Güney Köyü’nden Bahri Ergen’le yapılmıştı. Çorum’a yaya 3 saat çeken köyün yolu da vardı, araba da işliyordu. Okul yapılalı ise o zamanlar henüz üç yıl olmuştu.

Bahri 20 yaşındaydı. Çift sürmüş, mal gütmüş, Tokat’ta amelelik yapmıştı; ancak okuma yazma bilmiyordu. Evlerinde yüz numara (wc) var, masa-sandalye var, çatal-kaşık yoktu. Ağaç kaşık kullanıyorlarmış.

1960’lı yılları Türkiye için hep önemli bulmuşumdur. Kentleşmenin, dolayısıyla göçün, sanayileşmenin atağa kalktığı yıllardı. Savaş dönemlerinin toplumsal yaraları iyileşmeye yüz tutmuş, gelecekle ilgili ümitlerin yeniden yeşermeye başladığı süreçler yaşanıyordu.

İşte o dönemlerde Bahri ile yapılan bu röportaj, bana tiraji komik geldi ve arşivin tozlu raflarından alıp günümüz dünyasında bir kez daha okunur kılmak istedim:

ME: Atatürk kimdir?
BE: Atatürk… İşittiydim ya, hatırımdan çıkmış. Atatürk, Kemal Paşa.

Tamam, Kemal Paşa. Hiç duydun mu, ne yapmış Kemal Paşa?
Hatırlayamıyorum… Konuşmuşlardır yanımda ya…

Memleketi şimdi kim idare ediyor, biliyor musun?
İsmet idare ediyor.

Samimisin herhalde. Soyadı yok mu, senin soyadın gibi?
Vardır emme, bilemiyoruz.

Padişah Türkiye’de oturuyor mu?
Samsun’da oturuyor.

Kim söyledi Samsun’da oturduğunu?
Öyle duyduydum.

Var mı ki padişah?
Padişahsız Türkiye geçinebilir mi? Vardır padişah.

Ne yapar bu padişah?
Bilmiyorum ki.

Hangi millettensin?Arap mısın, Çin misin, Japon musun?
“Ben sünniyim.”

Demin Türkiye diye bir şey söyledin, o Türk kim?
O Türk bizik.

Türkiye Cumhuriyeti deyince aklına ne geliyor?
Türkiye Cumhuriyeti deyince, umumuzun hakkını korur, hakkını arar. Türkiye’nin başı demek, o demektir.

Dünya mı büyüktür, Türkiye mi büyüktür?
Türkiye büyüktür.

Türkler kaç kişi vardır tahmin ediyorsun?
Seksen milyon vardır.

Büyük Millet Meclisi diye bir şey işittin mi? Nedir bu Büyük Millet Meclisi?
Milletin büyük vazifesini müdafaa edene Büyük Millet Meclisi denir.

Türkiye’de kaç parti var?
Halk Partisi, Demirgırat Partisi, Millet Partisi. Başka parti de bilmiyorum.

İnkılap oldu diyorlar, nedir bu inkilap?
İnkılap ortalığın karışmasına mı delalet eder?

Türkiye’de yaptığımız bayramları say bakalım?
Kurban Bayramı yaparız, Ramazan Bayramı yaparız, Cumhuriyet Bayramı yaparız. On iki bayram emme gerisini bilemiyorum.

Türklerin dostları kimlerdir, düşmanları kimlerdir?
Dostu da vardır, düşmanı da vardır, emme bilemiyorum.

Türkler harp etse, kiminle harbeder. Hiç işitmedin mi büyüklerden?
Biz yetim olduğumuzdan öyle köy odalarında, gayfelerde büyüyemedik. Güzel güzel muamele dinleyemedik. Sefil büyüdük. Böyle sizin sorduğunuz sorulardan hiçbir şey anlayamıyorum.

Amerika ile Türkiye’nin toprakları bitişik midir, değil midir?
Bitişiktir.

Ne ile gidebiliriz Amerika’ya?
Otobüsle, trenle, kağnıyla, her şeyinen gidilir.

Kağnı ile kaç günde gidebiliriz?
20-25 günde gidilir.

Hiç deniz gördün mü?
Hiç görmedim.

Hiç duydun mu, nasıl bir şeydir deniz?
Deniz diye bir şey vardır. Akdeniz derler emme, gerisini bilmiyorum.

İçerisinde ne vardır denizin?
Denizin içerisinde hiçbir şey olamaz. Etrafı dağ olur, ortası sulak olur. Etraf çevrik halde.
Arsası ne kadar büyük ise o kadar büyük olabilir.

Aile nedir, ne demektir?
Aile demek, insanın karısı demektir.

Bekar mısın, evli misin?
Bekarım.

Hiç kız sevdin mi köyde?
Beni kim ne yapsın, el kapısında büyümüşüm.

Tokat’a ameleliğe gittiğinde de hiç kadınla yatmadın mı?
Hayır.

Hiç elin kadın eline değmedi mi?
Değmedi.

Bir odaya güzel bir kız ile seni kapatsak ne yaparsın?
Konuşuruz, konuşulmaz mı kadınan.

Ne dersin, ne yaparsın?
Merhaba derim, nasılsın derim.

Gece oldu, yatağa yattınız?
Yerine göre uyunur, yerine göre konuşulur. Birbirimize lazım olan laflardan konuşuruz. Kızın yanına giderken öğretmeyinci dıkıyorlar mı ki? Kızın yanına giderken öğrendiğim muameleyi düzeltirim. Kız benim nikahlımsa sarılır, yatarım. Türkçesini utanıyorum, düzeltemiyorum.

Çıplak bir kadın oynuyor olsa, seyreder misin?
Etmem, öylesi kadından insana zarar gelir.

Aya niye gitmek istiyorlar?
Fennin yükseğini anlamak istiyorlar. Lazım olduğu zaman fenninen aya gidebiliriz demek istiyorlar. Gösteriş yapıyorlar. Ama benim aklım kesmiyor.


İşte böyle bir konuşma yapılmış Bahri ile. Yaşıyorsa, 64-65 yaşlarında olmalı.

Aynı sorulara şimdi maruz kalsa, cevapları ne olurdu acaba?

22 Eylül 2009 Salı

Sosyalleşme iyi bir şey midir?

Karnını doyurma, uyuma, barınma ve üreme gibi temel güdü ve ihtiyaçlarını gideren insan, sosyalleşmeye, başka bir deyişle toplumsallaşmaya yönelir.

Toplumsal yaşam süreçlerinin içinde bulunmak ve orada kendine yer edinmek, aslında insanın başka bir güdüsüdür. Şöyle bir bakındığımızda etrafımızın, farkında olarak ya da olmayarak buna çabalayan, bunun savaşını veren insanlarla çevrili olduğunu görürüz.

Bu kadar ciddi bir mesele midir sosyalleşme?

Elbette ciddidir, ancak bunu o kadar ciddi bulmayanlar da var. Örneğin, Ekşi Sözlük yazarı Kite Kat’in, bu konudaki yorumu şöyledir:

“Çırılçıplak soyunup dağlara doğru koşmaya başlamadan evvel bir ampül tadında yanar bu cümle beynin içinde. Keza çığlıklar eşliğinde de söylenebilir ayrı. Diğerlerinden hazetmez bir noktadadır, sosyal olmak istemez, asosyal olmak istemez, teflon tava olmak istemez, machiavellist olmak istemez, hele ki morpheus olmak hiç istemez, verir kendini kurda kuşa, çiçeğe böceğe, eder rahat.”

Diğer Ekşi sözlük yazarlarının da sosyalleşme terminolojisine katkıları az değil:

Sosyal: Jean Baudrillard'a göre "artık" üretip, onu yok etmek demektir. Toplumsalın görevi artığın yararsız bir şekilde tüketilmesini sağlayarak bireylerin kendi yaşamlarını yararlı bir şekilde yönetmelerini sağlamaya çalışmaktır. Toplumsal; bir hak, bir gereksinim, bir hizmeti yalnızca ve yalnızca bir kullanım değeridir. İnsanı misafir edip, kucaklayan bir yapıdır.

Antisosyal: Sosyopat kişilik olarak da geçen, suçluluk duygusu hissetmeyen, hissedemeyen, sorumluluk almayan, alamayan, maceracı ve eğlence anlayışı kendine has kişilik tipi.

Topluma uyumsuz davranışlar gösteren insanlardır. Sorumluluk ve vicdan duyguları gelişmemiştir. Toplumdaki suç işleyen insanların en büyük yüzdesini oluştururlar. Saldırgan davranışlar içerisindedirler. Çoğu zaman tehlikelidirler.

Asosyal: En iyi dostu yalnızlık olan (kişi). Sosyallikten ürken.

Asosyal ile antisosyal arasındaki fark: Asosyaller dışarı çıkmazlar, antisosyaller dışarı çıkıp sosyalleri döverler.

Bunların dışında, henüz bilim dünyasında bile adı konulmamış bir tür daha var; “sosyalleşmekten kaçınanlar”.

Bu türlere ise gına gelmiştir sosyalleşmekten, artık sosyal olmak istemiyorlardır. İnsanların yaptığı çoğu şeyden haz etmez ve aralarına karışmak istemezler. O kadar “cool”lerdir ki, topluma ihtiyaçları olmadığını düşünürler.

Seçimleri böyledir.

21 ağustos 2005 tarihli Radikal'de, karikatürist Ramize Erer konuyu şöyle işler:

Bir koltuğa yayılmış iki olgun kız arkadaş konuşmaktadırlar. Daha masum görünüşlü olanı, kötü kıza, "hadi bi kafeye gidip biraz sosyalleşelim" der.
Kötü kız cevap verir: "amaan, şimdi boru gibi sesini inceltmekle uğraş, kız çocuğu taklidi yap, yürüyüşünü paytaklaştır. Hiç flört edecek halim yok vallahi."

İnsan sosyalleştikçe güdülerini de kontrol eder hale gelmiş anlaşılan…

13 Eylül 2009 Pazar

Öğrendim ki...

Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karşı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir şey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapanlar.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz
Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir başarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüklerinden bazıları
Kaldırmak için elini uzatır.

Öğrendim ki...
İki insan aynı şeye bakıp
Tamamen farklı şeyler görebilir.

Öğrendim ki...
Aşık olmanın ve aşkı yaşamanın çok çeşidi vardır.

Öğrendim ki...
Her şartta kendisiyle dürüst kalanlar
Daha uzun yol yürüyor.

Öğrendim ki...
Hiç tanımadığın insanlar,
iki saat içinde,
senin hayatını değiştirir.

Öğrendim ki...
Anlatmak ve yazmak ruhu rahatlatır.

Öğrendim ki...
Duvarda asılı diplomalar
İnsanı insan yapmaya yetmez.

Öğrendim ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.

Öğrendim ki...
Karşısındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin
nereden geçtiğini bulmak zor.

Öğrendim ki...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez.
Gerçek aşkların da!

Öğrendim ki...
Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok,
Ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Öğrendim ki...
Aile hep insanın yanında olmuyor.
Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil.

Öğrendim ki...
Ne kadar yakın olursa olsunlar
En iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir.
Onları affetmek gerekir.

Öğrendim ki...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor.
Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Öğrendim ki...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın
Dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Öğrendim ki...
Şartlar ve olaylar,
Kim olduğumuzu etkilemiş olabilir.
Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz.

Öğrendim ki...
İki kişi münakaşa ediyorsa,
Bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez.
Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Öğrendim ki...
Her problem kendi içinde bir fırsat saklar.
Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Öğrendim ki...
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.

ATAOL BEHRAMOĞLU

31 Ağustos 2009 Pazartesi

Algıda seçicilik...

"Önemli olan, nelere değer verdiğin ve neleri önemsediğindir. Her şeyi ona göre duyar, görür ve hissedersin..." demiş, adı önemsiz bir kızıldereli.

“Algıda seçicilik” derler ya.

İyi ve kötü etkileri, bağlı sonuçları vardır.

Seçmek ve odaklanmak, başarıya giden yolun temelidir. Kitlendiğimiz konu, bizim için amaçtır; her çabamız onadır. İlgimiz, yoğun haliyle seçtiğimize, onu elde etmeye, onu yaşamaya ve anlamaya doğrudur.

Yaşamın iyi yönleri olarak algıladıklarımıza, belki de yaşantımıza henüz girmemişlere odaklanır, bu yolla kendimizi iyi hissedebiliriz…

Veya…

Diğer her şeye duyularımız kapanır. Gözümüz, seçtiğimizden başkasını görmez; duymaz, hissetmeyiz. Adeta sınırlarız kendimizi. Diğer renkler, varlıklar, sesler, farkına bile varmadığımız ayrıntılardır sadece.

Neleri kaçırdığımızı belki de hiçbir zaman bilemeyiz…

Dr.Paul Ruskin, öğrencilerine yaşlanmanın psikolojik belirtilerini öğretirken, onlara şu olayı okur : "Hasta ne konuşuyor, ne de söylenenleri anlıyor. Bazen saatlerce anlaşılmaz şeyler geveliyor. Zaman, yer ya da kişi kavramı yok. Ancak nasıl oluyorsa, kendi adı söylendiğinde tepki veriyor. Son altı aydır onun yanındayım, ne görünüşü için bir çaba sarf ediyor ne de bakım yapılırken yardımcı oluyor. Onu hep başkaları besliyor, yıkıyor ve giydiriyor. Dişleri yok, yiyeceklerin püre halinde verilmesi gerekiyor. Salyalarından dolayı üstü başı sürekli leke içinde. Yürümüyor. Uykusu sürekli düzensiz. Gece yarısı uyanıp çığlıklarıyla herkesi uyandırıyor. Çoğu zaman mutlu ve sevecen, fakat bazen ortada bir sebep yokken sinirleniyor. Biri gelip onu yatıştırana kadar da feryat figan bağırıyor.

Bu olayı okuduktan sonra Ruskin, öğrencilerine böyle birinin bakımını üstlenmek isteyip istemediklerini sorar. Öğrenciler bunu yapamayacaklarını söylerler. Ruskin, kendisinin bunu büyük bir zevkle yaptığını ve onların da yapması gerektiğini söyleyince öğrenciler şaşırır.

Daha sonra Ruskin, hastanın fotoğrafını dolaştırmaya başlar.

Fotoğraftaki, doktorun altı aylık kızıdır..

25 Ağustos 2009 Salı

İki şey…

Geçmiş ilişkilerin sonucudur, yeni başlayan ilişkilerde, korkuların her iki cinsin üzerindeki kaçınılamayan baskısı.

Yeni sevgili adayına verilen ilk tepkilerin kaynağıdır, edinilmiş bu korkular.

“Sakın fazla yaklaşma” komutu, beynin kendine tekrarladığı ilk fısıltıdır.

Bağlanmaktan, kaybetmekten, aldatılmaktan, yeniden yalnız kalmaktan tırsılır…

Başlanır, eski ilişkilerdeki dertlerin yeni sevgiliye anlatılmasına; “lütfen sen de beni üzme” hatırlatmasının sıkça dile getirilmesi de ihmal edilmeden.

Ne yani…

Hem korkar hem vazgeçemeyiz durumu mu?
Hem yeni sevgilinin suçu, günahı ne; niçin yüklenir eskilerin ağırlıkları onun omuzlarına?

Ama insan yaradılışı bu, aşksız da olunmaz, sevgisiz de…

Hele ‘Korkular’sız hiç olunmaz.

İşte bu nedenledir, sevginin, saygının ve güvenin zor tesis edilmesi; öyle “ha” deyince olamaması.

Kuşkularımızın, duygularımızla harmanlanması; beynimizin “sakın fazla yaklaşma” fısıltısı, hep bu yüzdendir.

Yine bir Cemal Süreya şiiri, özetliyor durumu galiba…

“iki şey; aşk ve şiir
bunlar kuşkuyla çiftleşir,
bir şey eksiktir sanki
ve vakit vardır daha
ikircikler içinde
sallamaz Eflatun’u
çünkü pazarlık
biraz bilgi işidir,
çığlık çünkü
avurtlarından değil
iliklerinden kopar
...........................
iki şey; aşk ve şiir
mutsuzlukla beslenir biri
biri ona dönüşür

ikisi de
düzeltilmez
gelişir.”

Bir de, arkadaşlarımız vardır; psikologumuz, koruyucumuz ve danışmanımız rollerinde.

Herkesin ilişkisi pek bir yolundadır ya, onun için pek severiz tecrübelerimizi birbirimizle paylaşmayı. Aldığımız dersleri birbirimize aktarırız sözüm ona, tavsiyelerde bulunuruz.

Kim neyi yanlış yapmış, neymiş doğru olan…

Yine arkadaşlarımız vardır.
Tanışmamız gereken ve tanıştırılması lazım arkadaşlarımız.

Başka türlü nasıl kabul görür ki ilişki…

Duygular mı?

Ismarlama olanları mı?..

12 Ağustos 2009 Çarşamba

71=17 midir?

Günlerdir konuşulup tartışılıyor.

71 yaşında bir adam, 17 yaşındaki kızla evlen(ebil)ir mi?

Halis Toprak ve Nazlıcan Tagizade’nin evliliklerinden söz ediyorum; ekonomi yazanından magazin yazanına, her konu yazarının kaleminde olan evlilikten.

Belki, Halis Ağa’nın isteği de budur: Ahir ömründe yeniden gazetelerin başköşelerinde yer almak, o TV kanalı senin, bu TV kanalı benim dolaşıp ekran yüzü olmak.
Konuşulmak, ilgi görmek, eski günlere dönmektir asıl maksadı.

Belki, bu yolla hükümetle olan sıkıntılarını dile getirmek, TMSF ile olan hesabını çabuklaştırmak niyetindedir Halis Ağa.

Nitekim çabuklaştırdı da…
Ancak sonuç, onun beklediği gibi gerçekleşmemiş olabilir. Zira devlet, altındaki cip dahil bütün mallarına el koydu.

Belki de hiçbir amacı yoktu Halis Ağa’nın, içinden geldiği gibi davrandı ve aşkını evlilikle süsledi.
Peki, “71 yaşındaki adam, 17 yaşındaki kıza aşık olabilir miydi?

Çan eğrisini duymuşsunuzdur. Hani, okullarda başarı ölçer olarak kullanılan notlama sistemi.

Aynı ölçü yaşama da uyarlanmıştır, bilirsiniz…
Yaşamın çan eğrisi “bebek-çocuk-yetişkin-çocuk-bebek” olmaktır ya.

Böyle bakarsak, Halis Ağa ve Nazlıcan aynı yaşta olmuyorlar mı? Biri eğrinin bir tarafında, öteki diğer tarafında durmuyor mu? Öyleyse niçin bunca tepki, bu gençlere ya da yaşlıcıklara.

Biz bu çan eğrisinin, yaşama dair olanının tarifini, bir de Prof. Dr. Albert Follanberg'ten alalım…

“Çan Eğrisi Ve Başarı”

4 yaşında başarı ..................pantolonuna işememektir.
12 yaşında başarı ...................arkadaş bulabilmektir.
16 yaşında başarı ...................araba kullanabilmektir.
20 yaşında başarı...................seks yapabilmektir.
35 yaşında başarı ...................para kazanabilmektir.
50 yaşında başarı ...................para kazanabilmektir.
60 yaşında başarı ...................seks yapabilmektir.
70 yaşında başarı ...................araba kullanabilmektir.
75 yaşında başarı ...................arkadaş bulabilmektir.
80 yaşında başarı...................pantolonuna işememektir.


Halis Ağa ile Nazlıcan’ın evlilikleri tartışıladursun, Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) verileri, çiftin bu konuda yalnız olmadıklarını gösterdi.

TÜİK’in istatistiklerine göre, 2001-2007 yılları arasında Türkiye'de 4 milyon 150 bin 972 çift hayatlarını birleştirmiş.

Aynı istatistiklerde ortaya çıkan diğer bir sonuç ise, bu yıllarda 16-19 yaşları arasındaki 185 kızın, 60 yaş ve üzeri erkeklerle dünya evine girmiş olması.

“Çan Eğrisi” mi, “Toplumsal Bir Eğri” mi, varın siz karar verin...

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Aidiyet…

Benzer olma ihtiyacı ve farklı olma ihtiyacı...

Birbirinin tam tersi, ancak birbirini tamamlayan iki dürtü. Her ikisini de isteriz, ikisi de bizi heyecanlandırır. Bir gruba veya oluşuma ait olarak benzeme duygumuzu yaşarken; başka bir grup ya da oluşumdan farklı olma duygumuzu da aynı zamanda tatmin ederiz.

Koyu Fenerbahçeli oluruz, fanatik bir şekilde sanatçı hayranlığı ediniriz; hiçbir kazancımız yoktur ama onlar için ölürüz bile.

Tuttuğumuz parti için yapmayacağımız şey yoktur. Yanlış politikalar da gütse hep peşindeyiz, sorgulamayı dahi istemeyiz.

Ülkemiz, milletimiz, ailemiz için de öyle…

Ait olma duygusunun gücü bu, aidiyet duygusunun.

Kimi zaman da korkularımız için korunaktır aidiyet duygusu. Korkularımızı yenebilmek için destek aldığımız, başka insanların korkularından güç aldığımız ortak bir sığınak.

Belki de insanın ve diğer canlıların, yaşam alanını paylaştıkları yeryüzünde, türlerini devam ettirebilmeleri için gerekli bir dürtüdür, ait olma duygusu.

Aidiyet duygusunun gücü, aklımızı başımızdan alır kimi zaman. Bazen farkında bile olmaksızın, olmak istemediğimiz kişiye dönüştürür bizi.

Karşımızdaki kendi görüşümüz ya da görünüşümüzde değilse; onu bir sınıfa veya gruba aitlemek ve ithamlarda bulunmak, aslında kendi ait olduğumuzu savunmak, öne çıkarmak ya da korumaya çalışmak değil midir?

Elbette sağlıklı olanı, kendi özgünlüğümüzü fark edebilmek ve bunu yaşayabilmektir. Ancak, kendini bulunduğu ortama, oluşuma ve zamana ait hissetmeyen kişinin, mutlu olması için asıl sebep, hep eksik olacaktır.

Her bir insan olarak çeşitli duygu, görüş, düşünce, eğitim, inanış, sosyal çevre, ideoloji, ekonomik durumlara sahibiz ve aidiyet duygumuza yönelik tercihlerimizi, bu özelliklerimiz belirler. Olması gereken, akıl düzeyinde kalabilip farklılıkları kabul ederek sağlıklı tepkiler geliştirebilmektir.

İdeal olan, bir taraftan benzer olmanın rahatlığını yaşarken, diğer taraftan içimizdeki gücü bulmanın, yani farklı olmanın keyfini hissedebilmektir.

Yaşamın basit kurallarındandır: Her seçim bir vazgeçiştir ve gerçekte daima kendi seçtiklerimizle yaşarız. Seçmediğimizden vazgeçtiğimizi kabullenemesek de, tercih sonrası yaşantımızı, seçtiğimize göre kurarız.

Ünlü şairimiz Cemal Süreya’nın, aidiyet duygularını dile getiren şiirinden alınan bir dörtlükle sonlandıralım aidiyete dair yazımızı…

“Sokağımsan,
Ben anahtarı çevirdiğim zaman,
Kapanan evin kapısı değil,
Senin kapın olsun açılan.”

2 Ağustos 2009 Pazar

Yan bahçeyi dışarısı kabul eder, oradakileri bizden daha mutlu hayal ederiz…

İstanbul Bilgi Üniversitesi ve insankaynakları.com’un birlikte gerçekleştirdiği “İdeal İşyeri Araştırması”, bilinen ancak ölçülmemiş bir gerçeği ortaya çıkardı:
“Türkiye’de çalışanlar, işyerlerinde, işe alımlarda ve terfilerde, tarafsızlığın yeterli düzeyde olmadığına ve yaptıkları işin karşılığını, maddi ve manevi alamadıklarına inanıyor.”

Bu araştırmanın sonuçlarına dair bir yazıyı okurken, şirketimizin ilk kurulduğu yıla, 1999’a döndüm. İlk yıllardaki şirket toplantılarımızda birçok kez dile getirdiğim düşünce şuydu:

“Şirketler hasbelkader birileri tarafından kurulurlar, ancak onların asıl sahipleri çalışanlarıdır.”

O zamanlar ülkemiz için çok yeni olan bu yaklaşım, henüz anlaşılmaya uygun değildi. Belki de bazı arkadaşlarım, bunun sadece motive etmeye yönelik bir söylemim olduğunu düşünmüşlerdir.

Şirketimiz, bu anlayışla yola çıkarken, ne yazık ki bazı hesap dışı olaylara maruz kaldı.

Kuruluşumuzun henüz başındayken, o yıl gerçekleşen İzmit depremi; ardından 2001 yılında tüm Türkiye’yi etkisi altına alan ve Cumhuriyet tarihimizin en ağırlarından biri olan ekonomik kriz, amacımıza yoğunlaşmamızı engelledi ve geciktirdi. Biz ve bizim gibi yeni kurulmuş şirketler, bir anda neye uğradığımızı şaşırdık ve zorlu geçen birkaç yılda adeta bir savaş gerçekleştirdik.

2001, 2002 ve 2003 yıllarında Türkiye’deki tüm şirketlerin tek hedefi vardı; ülkemizle sınırlı bu ekonomik krizden sağ olarak kurtulmak. Bu süreç içerisinde birçok şirket ticari hayatına son verirken, savaşı kazanan bizim gibi şirketler ise hızla büyümeye başladılar.

***

İş yerleri, zamanımızın çoğunu geçirdiğimiz ve sosyal hayatı ailelerimizden fazla arkadaşlarımızla paylaştığımız yaşam alanlarıdır.

Şirketlerin kurumsallaşma süreçlerinde, çalışanlarını mutlu etmeye yönelik adımlar atması gereğinin bir nedeni de budur veya bu olmalıdır.

Diğer yandan profesyonel iş hayatımızda, maddi ve fiziki memnuniyetsizlikler sürekli söz konusu olacaktır. Bunun haklı ve haksız gerekçeleri vardır. Ancak bir şey vardır ki, yaradılışımızda mevcuttur:

“Yan bahçeyi dışarısı kabul eder, oradakileri bizden daha mutlu hayal ederiz…”

İşte bu nedenle; kendimizi, önce kendi kurguladığımız duvarlar ve kilitler arasına hapsetmekten, sonra da bu duvarlar arasından dışarı çıkarmaya çalışmaktan kurtarmalıyız.

Artık her şeyin pek çabuk bozulduğu, hemen tüketildiği ve insanların kolayca saf değiştirebildiği günümüz iş dünyasında; sevgi ve saygı ile neyi, ne kadar çözümleyebiliriz, üzerinde düşünmek gerek…

26 Temmuz 2009 Pazar

Sorunlu insan, suçu ilişkilerinde arar…

“Sürekli şikayet edenler, kendisinden sürekli şikayet edilenlerdir.”

Bu deyişin üzerine düşündüğümüzde, özünde ne anlatılmak istendiğini kolayca kavrayabiliyoruz. Durumu, açıkça ve sıkıştırılmış ÖZet yeterliliğinde dile getirmiş bir ifade; bu nedenle de, adeta deyişlik mertebesine yükselmiş.

İnsanların kendi iç sorunlarını çözmelerine yönelik yaklaşım biçimleri, izledikleri yollar ve davranışları, diğer insanlarla olan ilişkilerini şekillendirip belirliyor. Örneğin, kendini sürekli güvende hissetme ihtiyacı duyan biri, etrafındaki insanlara hep güvensiz bakma alışkanlığı edinebiliyor.

Veya sürekli başarıya koşullanan ve bunu içsel sorun haline getiren bir kişilik, ilişkide oldukları kişileri, başarısı için “bir araç” ya da “önemsiz” diye sınıflandırıp ilişkilerini bunun üzerine kurabiliyor. Yaşadıkları her türlü olumsuzlukta da, suçu başkalarına yükleyip aklanma yolunu seçebiliyor.

Oysa -aklanma ihtiyacı duymadan- sorunlarla baş etmenin, en sağlıklı yolu; öncelikle, gerçek problemle, problem olarak gördüklerimizi birbirinden ayırabilmekten geçiyor.

Dünyanın, önemli kuantum fiziği profesörlerinden Fred Alan Wolf, sorunlarımızın ilişkilerimize yansımasıyla ilgili olarak; “hayatta köşeye sıkıştığınızı düşündüğünüz zamanlarda bile kendi gerçeğinizi yaratabilirsiniz” diyor ve ekliyor:
“Herhangi bir şeyi gözlemlediğiniz zaman, bu gözlemleme işlemi için harekete geçtiğinizde ortaya çıkan aksiyon, gözlemlediğiniz şey, her ne olursa olsun onu etkiler. Gerçeği, onu gözlemleyerek değiştirebilirsiniz. Yani, kendi gerçeğinizi yaratabilirsiniz."

Bazı kişilikler vardır ki, durumun içinden olumsuzu sanki cımbızla seçer. Eğer kişinin yapısı, öfkeye, endişeye ve evhama meyilliyse; küçümsendiğini, haksızlığa uğradığını, tehdite maruz kaldığını sıklıkla düşünür ve bu algısını öne çıkarır.
Ruh yapılarını olumsuza doğru geliştiren bu insanlar, kendilerini ve başkalarını rahatsız edecek tarafları, adeta bir mercekle büyütür (ve böylece diğer güzel tarafları küçültür).

İşte bu nedenlerledir ki, aynı fiziki şartlar karşısında bile insanlar, farklı tepkiler gösterip farklı davranışlar sergileyebiliyor.

Örneğin, bir yangın sırasında, kimileri panikten baygınlık geçirirken, kimileri ise soğukkanlı bir şekilde yangın mahallini terk edebiliyor.

Örneğin, işleri birden kötüleşen ve satışları azalan bir esnaf, aniden umutsuzluğa kapılarak işleri daha kötüye sürükleyip iflas ederken; bir diğeri soğukkanlılıkla bir plan yapıp, süreci tersine işletmenin çarelerini bulabiliyor.

İki tepki arasındaki farkı oluşturan neden, kişinin olaya yaklaşımı ve inancıdır.

Yani...
Kendi gerçeğimizi yaratabiliyoruz…

12 Temmuz 2009 Pazar

Vizyon sahibi olmak üzerine…

1899 yılında, Amerikan Patent Ajansı müdürü olan Duell, “yakın zamanda patent ofisinin kapatılması gerekecek, çünkü icat edilebilecek her şey icat edildi” demiş.

Buradan çıkarabileceğimiz çok şey var ama ikisi önemli. Birincisi, devekuşu algısı. Başını kuma soktuğunda saklandığını sanırmış ya. Her şey kendinizi sıkıca kapattığınız sınırlı bir dünyadan ibaret olabilir yani. Nasrettin Hoca’ya “bir fil ağacın arkasına saklandığında ne olur" diye sormuşlar. “Görünür” demiş Hoca, aydınlık kafasıyla.

İkincisi ise, görevi itibariyle en geniş vizyona sahip olması gereken bir insanın, vizyon sahibi olmaktan ne kadar uzak olduğunu anlatır bize. Bir şeye ne kadar yakın, ne kadar iç içeysek; o kadar uzak ve dışında mıyız acaba?

Duell henüz bunu söylememişken; 1876 yılında, o dönemin ABD başkanı Rutherford Hayers, telefon konuşması denemesine katıldıktan sonra, “etkileyici bir icat, ancak kim bunlardan bir tanesini kullanmak ister ki?” diye görüş bildirmiş. Hayers bugün yaşasa, kim bilir, belki de vizyonundan utanç duyardı.

Herkes, hepimiz vizyon sahibi olmak isteriz. Ama bu iki örnekten sonra, bunun pek de kolay olmadığını anladık sanırım. Çok geniş hayal gücüne sahip olmakla ünlü, yüzlerce icadı olan, dünyanın en önemli mucitlerinden Edison’un, “Sesli sinema, sessiz sinemanın yerini alamayacak. Çünkü, sessiz sinemaya o kadar çok yatırım yapıldı ki, bu yatırımları silip atmak gülünç olur” yorumu, günümüz insanını hayretler içinde bırakmaz mı? Üstelik bunu, 1913 yılında, birçok icadını gerçekleştirdikten sonra söylemiş.

Son örneği televizyon dünyasından vererek, vizyon konusunu kapatıyorum; vizyon sahibi olmak için hiç umudumuz kalmayacak çünkü.

1946 yılında 20th Century Fox Stüdyolarının başkanı olan Darryl Zanuck, “Televizyon, ilk altı aydan sonra herhangi bir pazar payı yakalayamayacaktır. İnsanlar, kısa zamanda akşamları tahta bir kutuya bakmaktan sıkılacaklardır” derken; işin önce CRT (tüplü) TV’lere, sonra LCD ve plazmalara, şimdilerde ise IP TV'lere ulaşacağını hiç ama hiç düşünememiş, tahta kutularda kalacağını sanmış.

TV yayıncılığının geldiği boyutu ve oluşturduğu pazar payını hiç dile getirmiyorum bile.

5 Temmuz 2009 Pazar

Kültür Banka’sında bir hesap açmak…

İletişim düşünürü ve yazar Jason Jenning, ilerlemek ve gelişmek için üç şeyden vazgeçilmesini öneriyor. Geçmiş başarılar, egolar ve eski alışkanlıklar. Asla vazgeçilmemesi gereken tek şeyin ise, “kültür” olduğunu savunuyor.

“Kültürlü bir insan” dendiğinde, ne gelir aklımıza?

Böyle tanımladığımız bir insan, bilgiyi edinmiş ve sorgulayıp ölçmüş, doğru ile yanlışı ayırmış, sonrasında da yaşamını analiz ettiği doğrular üzerine kurmuş bir izlenim bırakır bizde.

Doğduğumuz andan itibaren edinmeye başlarız bilgiyi. İlk öğrendiklerimiz, görsel deneyimlerimize dayanır. İlköğretimde ve üniversitede ise uzlaşılmış bilgilerin içerisinde buluruz kendimizi. İşte tam da buralarda başlar, kültürümüzün somut edinimlere dönüşmesi.

Ne tezattır ki, somut edinimlerin vücut bulması ise hayal etmekle başlıyor. Hayalleriniz ve buna uygun yol almalarınız, sizin kültürünüzü belirliyor, oluşturuyor. Öğrendiklerimiz; bunları sorgulama, ölçme ve sosyalleştirme biçimlerimiz; bir bankaya hesap açıp birikimlerimizi değerlendirmeye benziyor.

Kültür bankanızdaki hesabınıza, neleri, ne miktarlarda yatırdığınız, bunları nasıl değerlendirdiğiniz, sizi “kültürlü bir insan” sıfatına yaklaştırıyor ya da uzaklaştırıyor. Buradaki püf noktası, Kültür Banka’sında oluşturduğumuz değer ve birikimlerin, paylaştıkça çoğaldığını fark edebilmektir, sadece kendimize saklamak yerine…

Kendine has kültür birikimlerine sahip olan iş dünyasındaki hayatımıza başladığımızda ise, Kültür Bankası’ndaki birikimlerimizin ne denli önemli olduğunu kavrıyoruz.

İş yaşantısı, girişimin ve ataklığın cirit attığı, sürekli yeni fırsatların kollandığı bir dünyada gerçekleşir. Gıpta ettiğimiz konumların, kimi zaman iğneli bir fıçıdan farksız, kimi zaman ise ter akıtılmadan elde edilen bir güç sembolü olduğunu gözlemleriz.

İşte böyle bir ortamda, her biri farklı yapıda olan insanlarla ortak paydalarda buluşma gayreti, bizi olgunlaşır hale getiriyor. Olgunlaşmayı, kendimize özgü düşünme yeteneğine dönüştürebilmemiz halinde ise, kendi tarzımızı da yaşamaya başlıyoruz demektir. Buradaki püf noktası, hırslarımızı akıl çizgisinde tutabilmektir.

Bu oluşumlarda, sahip olduğumuz hırsın çizginin çok altında olması, bizi enerjisiz ve amaçsız göstermesi gibi bir sonucu doğururken; çizginin çok üstünde olması ise acımasız ve tehlikeli izlenimi yaratabilir.

iki püf noktasını, her zaman hatırlamalıyız:

(1) Kültür Bankamız’daki değer ve birikimlerimizin paylaştıkça çoğaldığını,
(2) ve hırslarımızı akıl çizgisinde tutmamız gerektiğini.

Dünyanın değiştiğinin, geleceğin geçmişten çok farklı olacağının ve yeni geleceğin yeni davranışlar gerektirdiğinin, hepimiz farkındayız .

Ancak, bizi gelecekte güçlü kılacak en önemli unsurun “Kültür Bankamız” olduğunun ve bunun, yaşamımız boyunca bizi taşıyan bir görev üstleneceğinin de farkında olmalıyız.

21 Haziran 2009 Pazar

Hayata bakış açısı ve ilkeler, içimizdeki yaratıcılığı ortaya çıkarabilir mi?

Değer vermek, değer bilmek, farkında olmak, bakıp görebilmek, yenilenme ihtiyacı, ilkeli olmak, doğuştan sahip olduğumuz duygular mıdır?

Akıllı, tembel, çalışkan, düzensiz, disiplinli, azimli, maymun iştahlı veya istikrarlı olmak, doğal yeteneklerimiz ya da yetersizliklerimiz midir?

Aynaya bakmayı, eksiklerimizi görebilmeyi biliyor muyuz? Hangi yeteneklerimizi geliştirebileceğimiz üzerinde düşünüyor muyuz? Bunların farkındaysak, iyileşmeye yönelik her hangi bir çabamız var mı? Yoksa sadece istiyor ama kılımızı bile kıpırdatmadan beyaz atlı prensi (veya prensesi) mi bekliyoruz?

Hayata bakış açısı ve ilkeler, içimizdeki yaratıcılığı ortaya çıkarmaya yardımcı olabilir mi?

İşte, tüm bu sorular üzerinde düşündükten sonra, dünyanın gelmiş geçmiş, bilinen en büyük dahilerinden Leonardo Da Vinci’yi, bir kez de Dr.Yılmaz Argüden’in yorumuyla tanıyalım…

“Leonardo Da Vinci, sadece dünyada yapılmış en iyi resimler arasında sayılan ‘Mona Lisa’ ve ‘The Last Supper’gibi eserleri meydana getiren bir ressam değil, aynı zamanda tanınmış bir mimar ve heykeltıraş; uçan bir makine, bir helikopter, paraşüt, bugün itfaiyecilerin kullandığı uzayan merdiven gibi buluşları olan mucit; gerçekleri kendisinden 400 yıl sonra ortaya çıkacak olan zırhlı tank, makineli tüfek, güdümlü mermi ve denizaltı gibi silahların planlarını yapan askeri mühendis; anotomi, botanik, jeoloji ve fizik alanında öncü çalışmaları olan bir bilim adamı ve nalı eliyle bükebilecek düzeyde güçlü bir sporcu.

Da Vinci, hayatını yedi ilkeye uyarak yaşamış…

İlk ilkesi, merak ve sürekli öğrenmek için bitmeyen bir araştırma güdüsüydü. O, bir şeyin çalıştığını öğrenmekle tatmin olmuyor; nedenini de bulmak istiyordu. Bu merakı, onu bir teknisyenin ötesinde bir bilim adamına çevirmişti.

İkinci ilkesi, hatalardan ders alma arzusuyla bilgiyi test etme dürtüsüydü. Bu ilke, kendi kendine öğrenebilme yeteneğini geliştirmesine yardımcı olmuştu.

Leonardo’nun üçüncü ilkesi, deneyimlerini daha canlı hale getirmek için tüm duyularını kullanmaya çalışmasıydı. İnsan, duyma, koku alma, tatma, dokunma ve görme duyularını geliştirdikçe yaşamdan daha çok zevk alır, çevresini daha iyi algılar ve daha hızlı öğrenir.

Dördüncü ilkesi, belirsizliği kucaklama duygusuydu. Belirsizlikle dost olmak ve şaşkınlığa dayanmayı öğrenmek, değişimin hızlanarak arttığı dünyamızda önemli bir yetenek haline geliyor.

Da Vinci’nin beşinci ilkesi, bilim ve sanat, mantık ve hayal arasındaki dengenin gelişmesi için beynin bütünüyle düşünmekti. Olaylara beynin sağ ve sol tarafıyla birlikte yaklaşmak, nicesel olduğu kadar niteliksel olarak da algılamaya çalışmak, insanı ve düşünceyi zenginleştirir.

Altıncı ilkesi, vücut ve zihin dengesini korumak ve geliştirmekti. İnsanın kişisel sağlığı için gücünü ve becerikliliğini arttırmak üzere düzenli olarak çalışması, onun hayatın başka alanlarındaki başarısına da katkıda bulunur.

Yedinci ilkesi ise her şeyin birbiriyle ilişkisini araştırmaktı. Bir bütün, parçalarının toplamından büyüktür. Olayların ilişkilerini araştırmak, sistematik düşünmeyi ve bütünü daha iyi kavramayı getirir.”

‘Çalışma isteği geldiğinde, otur geçmesini bekle’ :-) anlayışı ile Da Vinci olunamıyormuş.

Ve başarılı olmak tesadüf değilmiş!
Böyle anlaşılıyor…

14 Haziran 2009 Pazar

Medya ve propaganda

“Propaganda, 20.yüzyılın hemen başlarında, özellikle siyasi etkinin sağlanmasında önemli bir faktör olarak öne çıktı.

Etkinlik alanını medya üzerine inşa edip yeterince güçlenince de, toplumun doğru ve yanlış değerlerini etkiledi, demokrasinin nasıl olması gerektiğini biçimlendirdi.

Medyanın, topluma gizli, dolaylı ya da doğrudan, ancak istemesini de sağlayarak kabul ettirdiği biçimlemeler ve 'güdümlü gerçeklik yaratılması'ndaki rolü, yeni yüzylda da değişmedi.

Daha incelikli yöntemlerle düşmanlarını şeytanlaştırırken, yandaşlarını melekleştirmekten vazgeçmedi. Medyanın sermaye, siyasetçi ve iktidarla ilişkisi, her geçen gün tarafların meşruiyetini daha çok kemiren bir sorun olarak ortaya çıktı. Buna bağlı olarak, etik kavramı da medyayla her geçen gün daha fazla ilişkilendirilerek tartışılmakta.”

Ünlü dilbilimci Noam Chomsky’nin, ‘Medya Denetimi’ ve ‘Medya Gerçeği’ adlı kitaplarında ortaya koyduğu, kitle iletişim araçlarının toplum üzerindeki etkisini, en kısa haliyle böyle özetlemek mümkün.

Siyasilerin ve siyaset dünyasının yüz yılı aşkın süredir bilinçli ve amaçlı kullandığı medya, şahısların, siyasetçilerin, şirketlerin ve kurumların mesajlarını geniş kitlelere ulaştırması için günümüzde de en etkin rolü üstleniyor.

Medya ve medya ilişkileri, herhangi bir hedef kitleyle çoklu bir iletişim kurma ihtiyacı doğduğunda veya bunun sürekliliği istendiğinde, ilk akla gelen ve etkinliği tartışmasız kabul gören bir seviyeye yükselmiş durumda.

Medyanın etkisi ve gücü üzerine kendimize şu soruyu sorabiliriz: “Kötü adamların film kahramanlarımıza yaptığı -şimdilerde pek masum kalan- hainlikleri izlerken bile gözyaşlarına boğulduğumuz Türk filmleri yıllarından, yüz binlerce kadın ve çocuğun üzerine Irak savaşı sırasında atılan binlerce bombayı, havai fişek gösterileri gibi izler hale dönüşmek için hangi süreçler içinden geçirildik acaba?”

7 Haziran 2009 Pazar

Başarılı yönetimlerin önemli gereklerinden biri: Sadakat…

Son yıllarda kurumsallaşmanın değeri artarken, iç iletişim olgusu da, daha konuşulur olmaya başladı. İç iletişim dediğimiz şey, kendiliğinden oluşmasını beklediğimiz bir mucize değil. Bir işlerin gerçekleştirilmesiyle ilgili kısmı, yani profesyonel yanı vardır; bir de birbirimizle olan iletişim kısmı, yani sosyal tarafı.

Her birimizin, en yakın mesai arkadaşlarımızla, alt çalışanımızla, yöneticimizle, diğer bölüm çalışanlarıyla, müdürümüzle olan iletişimsel tavrımız, tarzımız ve ölçümüz belirler; sağlıklı ya da sağlıksız kılar, şirket içi iletişimin sosyal olan tarafını.

Çalışma hayatının, aynı zamanda sosyal hayatımızın önemli bir parçası olduğunu unuturuz bazen. Oysa, günümüzün çoğunu geçirdiğimiz, kalıcı arkadaşlıklar edindiğimiz, diğer sosyal aktivitelerimizi, hatta yaşam şeklimizi bile ona göre belirlediğimiz bir dünyadır çalışma hayatı. Bu nedenle, seviyeli tutmak gerek iletişimimizi; birbirimize karşı duruşumuzu.

Sürekli şikayet haliyle dolaşan insan tipi vardır mesela. Çalıştığı yer hakkında, diğer çalışanlar hakkında teoriler geliştirir. O iyidir, beğenmez, hep doğruyu bilir, diğer her şey yanlıştır.

Mutsuzu oynamayı sever, işin kötüsü bunu etrafına da sirayet ettirir ve başkalarını da mutsuzlaştırır. Sanki onu şirkette zorla tutuyorlarmış, başka çaresi yokmuş gibi bir tarzı vardır. Bu karakterlerin görevi, sürekli çatışmak ve diğerlerinin mutsuzluğunu sağlamaktır. Böyle doyum sağlar ve beslenir. Gözleyin, yaptığı işte de yeterince başarılı değildir. Zaten bu yüzdendir, dikkatleri başka yerlere yöneltme telaşı.

***

Ticari yönetim ve çalışan yapılanmaları, bir şirketin ve çalışanlarının geleceğini garanti altına alabileceği gibi, sekteye uğratmada da birinci derecede etken olur. Her şeyin şekil değiştirip yeni anlayışlara dönüştüğü günümüzde, baskıcı ve hiyerarşik yönetim biçimleri, işletmecilik tarihinin tozlu yaprakları arasında kalırken; katılımcı ve yaratıcılığı teşvik eden tarz, geçerli ve kabul edilen olarak öne çıktı.

Başarılı yönetimlerin önemli ihtiyaçlarından biri sadakattır. Bu duygunun etkin olduğu şirketlerde, çalışan için potansiyel bir huzur gelişir. Hem şirket hem de çalışan için bir güven tesis olur. Her şirket, kurum ve kuruluş için gereklidir. Peki, herkes için çok önemli olan bu vasıf, aynı zamanda olumsuzluklara da yol açabilir mi? Hemen akla gelen ve dikkat etmemiz gereken iki tehlike var.

Birincisi; oluşabilecek fazla güvenden dolayı rehavete kapılabiliriz. Üretkenliğimizde kayıplar, azalmalar söz konusu olabilir, doygunluklar gerçekleşebilir. Ve profesyonel iş hayatı bunu kaldırmaz, kaldıramaz. Çünkü zararı, işletmeye olduğu kadar diğer çalışanlaradır aynı zamanda; kaybolan telafi edilmelidir.

İkincisi; kendimizden bir canavar yaratabiliriz. Bilerek veya farkında olmaksızın, alt ve üstlerimize tahakküm kurmaya yönelebilir, kendimizi vazgeçilmez hissedebiliriz.

Özel ya da kamu, hangi işletme olursa olsun, sadakat yozlaştırıldığı, genel işleyişin önünü tıkadığı zaman işe yaramaz hale geliyor, anlam ve yararını kaybediyor.

Sağlıklı sadakat ise başarılı yönetimlerin altını dolduruyor ve başarının devamını sağlayan doğal bir vazgeçilmeze dönüşüyor.



Ekim 2007

Mesajlarımızın özü ve tarzı, iletişimdeki başarımızın temel ölçütleridir.

- “Ne istediğini açıkça dile getirmeni bekliyorum senden”
- “Ne kadar ciddisin, anlayamıyorum”
- “Tam olarak ne istiyorsun, kavramış değilim”

İletişim kopukluğu ile ilgili tepkiler, her zaman böyle yüksek sesle dile getirilmez. Bazen herhangi bir mimik ya da davranış şekli, bunun belirtisidir.

***
İş yaşantımızda, karşımızdaki insanlara kırıcı davranmaktan kaçınır, daha sorunsuz ilişkileri tercih ederiz. Yanlış izlenim uyandırmaktan korkar, olabildiğince dikkatli iletişim kurmaya çabalarız. Ancak bazı özelliklerimiz vardır ki, temel yargılar edindirmemize neden olurlar.

Dış görünüşümüz, kullandığımız dil ve zamana gösterdiğimiz özen (gecikme, uymama) gibi unsurlar; insanları ciddiye aldığımız, onların düşüncelerine önem verdiğimiz, konuya yeterli ilgi gösterdiğimiz ya da bunların hiç birini yapmadığımız anlamında mesajları, biz farkında olmaksızın yayarlar.

Bu mesajlar, doğru izlenim yaratma konusundaki en büyük engellerimizdir ve mutlaka düzgünleştirilmesi gerekir. Doğru iletişim kurmak, kendiliğinden gerçekleşen bir olgu değildir. Yaydığımız mesajların özü ve tarzı, iletişimdeki başarımızın temel ölçütleridir.

Eğer iletişim kurduğumuz kişiyle ilgili yargılarımız var ise aldığımız mesajları yorumlarken, bu yargıların etkisi altında kalmamız, neredeyse kesindir.

Bu durum, bizim mesajlarımız için de geçerlidir. Bıraktığımız izlenimler ve bunları yineleyerek pekiştirmemiz sonucu oluşturduğumuz yargılar, mesajlarımızın nasıl algılanacağı yönündeki temeli oluştururlar.

***
Sıkıntılı bir durum hakkında konuşurken veya bizden bir sorun hakkında bilgi istenirken; genellikle söze, “açık konuşmayı severim” ya da “ben açık sözlüyüm” diye başlarız. Bazen biraz da sert bir dışavurumla “açık konuşayım…” diye gireriz konuya. Acaba niçin böyle söyleme gereği duyarız?

Düşüncelerimizi ya da anlatmak istediklerimizi; doğru zamanlarda, doğru yerlerde ve zaten açıkça ifade etmezsek, etkili bir iletişimi nasıl kurabiliriz?

Düşünceleri iletebilmek ve alabilmek karmaşık bir süreçtir ve (konuşmak, dinlemek, ikna etmek, öğrenmek, öğretmek, tartışmak gibi) birçok etkinliği içerir. Bunları yapabilmek için yetenek ve becerilerimizi geliştirmemiz şarttır.

Etkin iletişimi sağlayan en temel şart ise insanları önemsemek ve buna uygun davranmaktır.

Nisan 2007

29 Mayıs 2009 Cuma

Her şey bize karşıdır ve başkası yüzünden olmuştur…

Doğamız gereği, olumlu ve olumsuzu birlikte barındırırız içimizde. Hangisi öne çıkar, yaşamımızın temel belirleyicisi olur, bu tamamen bize bağlıdır.

Hangisini seçersek onu yaşarız…
Buna göre de mutlu ya da mutsuz bir yaşama sürükleniriz.

***

Bazılarımız hep olumsuz yönleri görmeyi ve onunla yaşamayı seçerler.
Bu zor olanıdır ve belli çabaları gerektirir.

Kendimizle, çevremizle, işimizle kavgamız, didişmemiz, bu yüzdendir.

Mutlu insanlardan huzursuzluk duymak, onlara negatif enerjiler yüklemek, bu yüzdendir.

Bazen kendimizi bir kum tanesi kadar küçük ve yalnız; bazense dünyayı döndüren güç olarak hissetmek, bu yüzdendir.

Bütün bu hislerimiz, davranışlarımıza yansır ve insanlar, birer birer yok olurlar etrafımızdan.

Nedenini anlamaz, sonra da kendimize sorarız: “Yaşam, niçin bana haksız davranıyor?”

Her şey bize karşıdır ve başkası yüzünden olmuştur…

***

Olumlu bakışımız ise hayatımızı güzelleştirir, anlamlı ve daha kolay kılar. Doğal olan, olumluyu seçmektir. Ruhumuzdaki enerji, olumlu duygularla beslenir.

Bu yolla, başarıya ve hedeflerimize daha fazla kilitlenir, onlara ulaştıkça daha bir keyifleniriz.

Kendimizi ve çevremizi yiyip tüketmekte kullandığımız negatif enerjiyi, olumluya yönlendirerek; hem bize zaman kaybettiren gereksiz çabalardan kurtulmuş, hem de pozitif enerjimizi korumak için gerekli motivasyonu sağlamış oluruz.

Çevrenizdeki mutsuz insanları gözlemleyin. Hayata dair içimizdeki olumsuzu seçtiklerini görecek ve kendinizi daha şanslı hissedeceksiniz.

İnsanlar şanslarını biraz da kendileri yaratmazlar mı?

Mart 2007