26 Temmuz 2009 Pazar

Sorunlu insan, suçu ilişkilerinde arar…

“Sürekli şikayet edenler, kendisinden sürekli şikayet edilenlerdir.”

Bu deyişin üzerine düşündüğümüzde, özünde ne anlatılmak istendiğini kolayca kavrayabiliyoruz. Durumu, açıkça ve sıkıştırılmış ÖZet yeterliliğinde dile getirmiş bir ifade; bu nedenle de, adeta deyişlik mertebesine yükselmiş.

İnsanların kendi iç sorunlarını çözmelerine yönelik yaklaşım biçimleri, izledikleri yollar ve davranışları, diğer insanlarla olan ilişkilerini şekillendirip belirliyor. Örneğin, kendini sürekli güvende hissetme ihtiyacı duyan biri, etrafındaki insanlara hep güvensiz bakma alışkanlığı edinebiliyor.

Veya sürekli başarıya koşullanan ve bunu içsel sorun haline getiren bir kişilik, ilişkide oldukları kişileri, başarısı için “bir araç” ya da “önemsiz” diye sınıflandırıp ilişkilerini bunun üzerine kurabiliyor. Yaşadıkları her türlü olumsuzlukta da, suçu başkalarına yükleyip aklanma yolunu seçebiliyor.

Oysa -aklanma ihtiyacı duymadan- sorunlarla baş etmenin, en sağlıklı yolu; öncelikle, gerçek problemle, problem olarak gördüklerimizi birbirinden ayırabilmekten geçiyor.

Dünyanın, önemli kuantum fiziği profesörlerinden Fred Alan Wolf, sorunlarımızın ilişkilerimize yansımasıyla ilgili olarak; “hayatta köşeye sıkıştığınızı düşündüğünüz zamanlarda bile kendi gerçeğinizi yaratabilirsiniz” diyor ve ekliyor:
“Herhangi bir şeyi gözlemlediğiniz zaman, bu gözlemleme işlemi için harekete geçtiğinizde ortaya çıkan aksiyon, gözlemlediğiniz şey, her ne olursa olsun onu etkiler. Gerçeği, onu gözlemleyerek değiştirebilirsiniz. Yani, kendi gerçeğinizi yaratabilirsiniz."

Bazı kişilikler vardır ki, durumun içinden olumsuzu sanki cımbızla seçer. Eğer kişinin yapısı, öfkeye, endişeye ve evhama meyilliyse; küçümsendiğini, haksızlığa uğradığını, tehdite maruz kaldığını sıklıkla düşünür ve bu algısını öne çıkarır.
Ruh yapılarını olumsuza doğru geliştiren bu insanlar, kendilerini ve başkalarını rahatsız edecek tarafları, adeta bir mercekle büyütür (ve böylece diğer güzel tarafları küçültür).

İşte bu nedenlerledir ki, aynı fiziki şartlar karşısında bile insanlar, farklı tepkiler gösterip farklı davranışlar sergileyebiliyor.

Örneğin, bir yangın sırasında, kimileri panikten baygınlık geçirirken, kimileri ise soğukkanlı bir şekilde yangın mahallini terk edebiliyor.

Örneğin, işleri birden kötüleşen ve satışları azalan bir esnaf, aniden umutsuzluğa kapılarak işleri daha kötüye sürükleyip iflas ederken; bir diğeri soğukkanlılıkla bir plan yapıp, süreci tersine işletmenin çarelerini bulabiliyor.

İki tepki arasındaki farkı oluşturan neden, kişinin olaya yaklaşımı ve inancıdır.

Yani...
Kendi gerçeğimizi yaratabiliyoruz…

12 Temmuz 2009 Pazar

Vizyon sahibi olmak üzerine…

1899 yılında, Amerikan Patent Ajansı müdürü olan Duell, “yakın zamanda patent ofisinin kapatılması gerekecek, çünkü icat edilebilecek her şey icat edildi” demiş.

Buradan çıkarabileceğimiz çok şey var ama ikisi önemli. Birincisi, devekuşu algısı. Başını kuma soktuğunda saklandığını sanırmış ya. Her şey kendinizi sıkıca kapattığınız sınırlı bir dünyadan ibaret olabilir yani. Nasrettin Hoca’ya “bir fil ağacın arkasına saklandığında ne olur" diye sormuşlar. “Görünür” demiş Hoca, aydınlık kafasıyla.

İkincisi ise, görevi itibariyle en geniş vizyona sahip olması gereken bir insanın, vizyon sahibi olmaktan ne kadar uzak olduğunu anlatır bize. Bir şeye ne kadar yakın, ne kadar iç içeysek; o kadar uzak ve dışında mıyız acaba?

Duell henüz bunu söylememişken; 1876 yılında, o dönemin ABD başkanı Rutherford Hayers, telefon konuşması denemesine katıldıktan sonra, “etkileyici bir icat, ancak kim bunlardan bir tanesini kullanmak ister ki?” diye görüş bildirmiş. Hayers bugün yaşasa, kim bilir, belki de vizyonundan utanç duyardı.

Herkes, hepimiz vizyon sahibi olmak isteriz. Ama bu iki örnekten sonra, bunun pek de kolay olmadığını anladık sanırım. Çok geniş hayal gücüne sahip olmakla ünlü, yüzlerce icadı olan, dünyanın en önemli mucitlerinden Edison’un, “Sesli sinema, sessiz sinemanın yerini alamayacak. Çünkü, sessiz sinemaya o kadar çok yatırım yapıldı ki, bu yatırımları silip atmak gülünç olur” yorumu, günümüz insanını hayretler içinde bırakmaz mı? Üstelik bunu, 1913 yılında, birçok icadını gerçekleştirdikten sonra söylemiş.

Son örneği televizyon dünyasından vererek, vizyon konusunu kapatıyorum; vizyon sahibi olmak için hiç umudumuz kalmayacak çünkü.

1946 yılında 20th Century Fox Stüdyolarının başkanı olan Darryl Zanuck, “Televizyon, ilk altı aydan sonra herhangi bir pazar payı yakalayamayacaktır. İnsanlar, kısa zamanda akşamları tahta bir kutuya bakmaktan sıkılacaklardır” derken; işin önce CRT (tüplü) TV’lere, sonra LCD ve plazmalara, şimdilerde ise IP TV'lere ulaşacağını hiç ama hiç düşünememiş, tahta kutularda kalacağını sanmış.

TV yayıncılığının geldiği boyutu ve oluşturduğu pazar payını hiç dile getirmiyorum bile.

5 Temmuz 2009 Pazar

Kültür Banka’sında bir hesap açmak…

İletişim düşünürü ve yazar Jason Jenning, ilerlemek ve gelişmek için üç şeyden vazgeçilmesini öneriyor. Geçmiş başarılar, egolar ve eski alışkanlıklar. Asla vazgeçilmemesi gereken tek şeyin ise, “kültür” olduğunu savunuyor.

“Kültürlü bir insan” dendiğinde, ne gelir aklımıza?

Böyle tanımladığımız bir insan, bilgiyi edinmiş ve sorgulayıp ölçmüş, doğru ile yanlışı ayırmış, sonrasında da yaşamını analiz ettiği doğrular üzerine kurmuş bir izlenim bırakır bizde.

Doğduğumuz andan itibaren edinmeye başlarız bilgiyi. İlk öğrendiklerimiz, görsel deneyimlerimize dayanır. İlköğretimde ve üniversitede ise uzlaşılmış bilgilerin içerisinde buluruz kendimizi. İşte tam da buralarda başlar, kültürümüzün somut edinimlere dönüşmesi.

Ne tezattır ki, somut edinimlerin vücut bulması ise hayal etmekle başlıyor. Hayalleriniz ve buna uygun yol almalarınız, sizin kültürünüzü belirliyor, oluşturuyor. Öğrendiklerimiz; bunları sorgulama, ölçme ve sosyalleştirme biçimlerimiz; bir bankaya hesap açıp birikimlerimizi değerlendirmeye benziyor.

Kültür bankanızdaki hesabınıza, neleri, ne miktarlarda yatırdığınız, bunları nasıl değerlendirdiğiniz, sizi “kültürlü bir insan” sıfatına yaklaştırıyor ya da uzaklaştırıyor. Buradaki püf noktası, Kültür Banka’sında oluşturduğumuz değer ve birikimlerin, paylaştıkça çoğaldığını fark edebilmektir, sadece kendimize saklamak yerine…

Kendine has kültür birikimlerine sahip olan iş dünyasındaki hayatımıza başladığımızda ise, Kültür Bankası’ndaki birikimlerimizin ne denli önemli olduğunu kavrıyoruz.

İş yaşantısı, girişimin ve ataklığın cirit attığı, sürekli yeni fırsatların kollandığı bir dünyada gerçekleşir. Gıpta ettiğimiz konumların, kimi zaman iğneli bir fıçıdan farksız, kimi zaman ise ter akıtılmadan elde edilen bir güç sembolü olduğunu gözlemleriz.

İşte böyle bir ortamda, her biri farklı yapıda olan insanlarla ortak paydalarda buluşma gayreti, bizi olgunlaşır hale getiriyor. Olgunlaşmayı, kendimize özgü düşünme yeteneğine dönüştürebilmemiz halinde ise, kendi tarzımızı da yaşamaya başlıyoruz demektir. Buradaki püf noktası, hırslarımızı akıl çizgisinde tutabilmektir.

Bu oluşumlarda, sahip olduğumuz hırsın çizginin çok altında olması, bizi enerjisiz ve amaçsız göstermesi gibi bir sonucu doğururken; çizginin çok üstünde olması ise acımasız ve tehlikeli izlenimi yaratabilir.

iki püf noktasını, her zaman hatırlamalıyız:

(1) Kültür Bankamız’daki değer ve birikimlerimizin paylaştıkça çoğaldığını,
(2) ve hırslarımızı akıl çizgisinde tutmamız gerektiğini.

Dünyanın değiştiğinin, geleceğin geçmişten çok farklı olacağının ve yeni geleceğin yeni davranışlar gerektirdiğinin, hepimiz farkındayız .

Ancak, bizi gelecekte güçlü kılacak en önemli unsurun “Kültür Bankamız” olduğunun ve bunun, yaşamımız boyunca bizi taşıyan bir görev üstleneceğinin de farkında olmalıyız.